Emir Tahiri
İranlı gazeteci-yazar
TT

Hamas ve İsrail: İleride ne var?

“Ortadoğu son 20 yıldır hiç bu kadar sessiz olmamıştı”. ABD Başkanı Joe Biden'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan, 100 yıldan fazla bir süredir barışı tatmamış olan bir bölgede Washington yönetiminin “barış davasını ilerletmedeki” sözde başarılarıyla bu şekilde övünüyordu.

Sullivan’ın saflık derecesindeki bu aşırı iyimser açıklamaları Hamas’ın İsrail’e karşı şu ana kadar gerçekleştirdiği en kanlı saldırısını başlatmasından birkaç gün önce gelmişti. Hamas’ın saldırısı, bu yazının yazarı gibi Ortadoğu’ya dair pesimist görüşleri olanların bile geçmişte kaldığını düşündüğü türden bir krize yol açtı.

Saldırıya dair hemen iki analiz ortaya çıktı:

Bunlardan ilki, 7 Ekim’de İsrail’in, ABD’yi vuran 11 Eylül saldırılarının bir versiyonunu yaşadığı şeklindeydi. Ancak İsrail’in 7 Ekim’de karşı karşıya olduğu saldırı, 11 Eylül saldırılarından daha beterdir. El-Kaide’nin ABD’ye karşı gerçekleştirdiği saldırı 3 bin kişinin ölümüyle sonuçlanırken İsrail’in uğradığı son saldırıda binden fazla ölünün olmasına rağmen, sayılar iki ülke arasındaki nüfus farkını yansıtacak şekilde ayarlandığında İsrail’in kaybının 30 bine yakın ABD vatandaşına eşdeğer olduğunu görüyoruz.

İkinci analiz ise, tıpkı ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı’nın (CIA) 11 Eylül saldırılarını öngörmekte başarısız olduğu gibi, dünyanın en iyisi olduğu varsayılan İsrail istihbaratının da yaklaşan saldırıyı kestirmekte başarısız olduğu şeklindeydi.

Ancak burada şuna dikkat edilmesi gerekir ki, 7 Ekim, İsrail’in önceki statükoyu ihlal ettiği 2009’dan bu yana Gazze Şeridi’nde İsrail ile Hamas arasında var olan statükoya son verdi.

Genel olarak, savaşan iki taraf arasındaki statüko, taraflardan biri bunun dayanılmaz olduğunu hissettiğinde bozulur.

2009’da İsrail, güneydeki beldelerini ve köylerini hedef alan günlük bombardımanlara artık dayanamıyordu. O dönemde İsrail ordusunun komutanları Gazze’de “çimlerin biçilmesinden” ya da Hamas’ın zehirli sarmaşıklarının kesilmesinden bahsediyordu.

Bu kampanya 2008-2009’da ‘Dökme Kurşun’ Operasyonu’nun başlatılmasıyla doruk noktasına ulaştı. Bu operasyonda zehirli otlar neredeyse hiç dokunulmadan bırakılırken, Gazze Şeridi’nin büyük bir kısmı moloz yığınına dönüşmüştü.

O dönemde İsrailli liderler “Hamas’ın kemiklerini kırmak” istediklerini açıklamışlardı. Ancak niyetleri onu tamamen kötürüm bırakmak değildi.

Bunu yaparken, Floransalı bir yazarın “Ölümcül bir düşmanı yaralayıp ardından iyileşsin diye bırakmayın! Ya onu dost edinin ya da öldürün” tavsiyesini gözardı etmişlerdi.

İsrailli liderler 1948’den beri düşman Arap komşularına karşı kullandıkları gibi “onları her 10 yılda bir dişçiye götürüp dişlerini kestirme” stratejisini uygulamaya çalıştılar.

İsraillilerin yaptığı hata, ülkeyi yöneten ve toplumun asgari ihtiyaçlarına cevap veren geleneksel devlet yapıları ile yönetimi altında yaşayan insanlara pek ilgi göstermeyen hükümet dışı bir oluşum arasında ayrım yapmamasıydı. Gerçek şu ki, Hamas, Gazze Şeridi’nde yaşayan insanların ihtiyaçlarını tamamen göz ardı eden bir tutum içerisinde. Onun yerine Birleşmiş Milletler Yakın Doğu'daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı (UNRWA) gıda, eğitim ve sağlık hizmetleri gibi temel ihtiyaçları karşılıyor. Bu, Filistinlilere destek olmak isteyen ülkelerden tekrar tekrar gelen bağışların yanı sıra, 30 ülkeden yüzden fazla sivil toplum kuruluşunun yardımıyla yapılıyor. Bazı durumlarda iş, yabancı bağışçıların yerel yönetimdeki çalışanların maaşlarını karşılamasına kadar varıyor.

‘Bazı dost güçlerin’ ‘hediyeleri’ sayesinde Hamas ve onun daha küçük ortağı ‘Filistin Kurtuluşu için İslami Cihad’ın ihtiyaç duydukları silahları satın almasına gerek kalmıyor.

Hamas'ın başlattığı saldırı sadece fırsattan istifade etme düşüncesinden kaynaklanmış olabilir. Yani Hamas liderleri, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun İsrail Yüksek Mahkemesi’ni kısıtlama girişiminin neden olduğu benzeri görülmemiş siyasi krizi göz ardı edemezdi. Ayrıca Başkan Biden’ın Netanyahu’yu iktidardan uzaklaştırmaya yönelik dolaylı hamlesini de fark ettiler. Buna ilaveten, Hamas’ın ‘davayı’ ilerletmek için fazla bir şey yapmazken büyük meblağlarda para aldığı yönündeki bazı yabancı bağışçılar tarafından gelen eleştiriler, hareketin statükoyu kırma kararına katkıda bulunmuş olabilir.

Şimdi soru şu: İleride ne var? Statükoyu kırmak, statükoyu bozan tarafın karşı tarafın verebileceği bir şey talep etmesi koşuluyla, bir durumdaki donukluğa son vermenin etkili bir yolu olabilir. Örneğin Mısır, Yom Kippur Savaşı’nı başlatarak statükoyu bozduktan sonra kaybettiği toprakları geri aldı. Benzer bir bağlamda Ürdün, İsrail ile normalleşme yoluyla, üzerinde anlaşılan sınırlarının güvenliğini garanti altına aldı.

Ancak Hamas örneğinde bu sonuçların hayal edilmesi mümkün değil. Zira İsrail’in Gazze’yi zaten 2005’te boşalttığı göz önüne alınırsa, Hamas toprak istemiyor. Eğer Hamas gerçekten bir devlet inşa etmeye çalışıyor olsaydı, son 20 yılı, Gazze Şeridi’ni Akdeniz kıyısındaki canlı küçük bir güce dönüştürmek amacıyla dünya çapındaki zengin Filistinliler de dahil olmak üzere yabancı yatırımcıları çekmek için kullanabilirdi ve belki İsrail ve dostları, Filistinlilerin kalplerindeki intikam duygusunun azaltılmasına yardımcı olabilirlerdi.

Ancak, tüzüğünde açıkça belirtildiği gibi, Hamas bir devlet inşa etmekle ilgilenmiyor, bunun yerine İsrail’i ortadan kaldırmaya çalışıyor, ki İsraillilerin buna müsaade etmesi olası değil.

Bu nedenle Hamas, Gazze Şeridi’ndeki yıkımın devam etmesi, silahlarının tükenmesi ve en iyi savaşçılarının savaş alanına gönderilmesiyle eskisinden daha kötü bir duruma düşebilir. İsrail dışındaki ülkelerin vatandaşlarının da aralarında bulunduğu esirlerin idam edilmesi tehdidine gelince, bu özellikle Batı’da Filistin ‘davasına’ duyulan sempatinin büyük bir kısmını ortadan kaldırabilir.

Hamas için daha da kötüsü, İsrail’in, dünya çapındaki Yahudi karşıtı figür ve hareketlerin çabaları da dahil olmak üzere çeşitli nedenlerden ötürü kaybettiği mağdur imajını yeniden kazanma olasılığıdır. Buna karşılık, Hamas’ın son eylemleri, Filistinlilerin terörist ve rehineci olduğu yönündeki eski imajı yeniden canlandırıyor. Mahmud Abbas ve grubu onlarca yıl azimle, hatta aşağılanmaya maruz kalarak bu imajı değiştirmeyi başarmıştı.

Yeni bir statükonun oluştuğu şu dönemde inisiyatif büyük ölçüde Netanyahu’nun elinde. Başbakan olarak çalkantılı kariyerinin kaçınılmaz olarak sona ereceğine ilişkin hissinden hareketle, Samson’un topyekün yıkım seçeneği kendisine cazip gelebilir. Eğer bunu yapmayı seçerse, şimdiye kadar askeri seçeneği kullanma konusunda temkinli davrandığı göz önüne alındığında, karakterine aykırı bir şekilde davranmış olacak.

Yukarıdakilere ek olarak, mevcut çatışma aynı zamanda Biden yönetiminin, Başkan Obama’nın düşmanlarla ilişkileri ısıtma umuduyla dostları görmezden gelmeye dayalı feci Ortadoğu politikasından vazgeçme konusundaki yetersizliğini veya isteksizliğini de gösteriyor.

Jake Sullivan’ın şöyle bir sözü var: “Ortadoğu’da işler iyi göründüğünde kötü haberler beklemelisiniz.”