İsraillilerin Gazze’ye yaptıklarını ve yapmaya devam ettiklerini affettirecek bir şey yok. Bu acımasız ve sürüp giden toplu cezalandırmanın herhangi bir mazereti olamaz. Büyük küçük herkesi gıdadan, içecekten, elektrikten ve ilaçtan mahrum eden bu kuşatma, devasa ölçüde bir etnik temizlik dalgasına doğru gidiyor. İsrail’in bölge halkları arasındaki nefretin körüklenip tazelenmesine ve geri dönüşü olmayan benzersiz noktalara taşınmasına sunduğu katkının çirkinliğini hafifletecek bir şey yok.
Bu tür eylemlere direnme hakkı şüphe götürmez. Ama yine de bu, Aksa Tufanı’nın başvurulmaması ve alkışlanmaması gereken tek direniş biçimi olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Hamas, sivilleri öldürüp, kaçırarak bir savaş başlattı. Gazzeli sivilleri de savaş koşullarını sağlamadan bu savaşa sürükledi. Halbuki sadece bir aptal, bu savaşın olağanüstü zorluğunu varsayma konusunda hata yapar. 2007’den bu yana oradaki tek otorite olmasına, İsrail’le daha önce birçok savaş yaşamasına ve hatta Mescid-i Aksa’nın kurtarılacağını sürekli duyurmasına rağmen sığınaklar ve tahkimatlar inşa etmedi.
Bağışçı ülkelerle kopuşun Aksa Tufanı kadar köklü olduğu, bir çatışmanın gerekli kıldığı herhangi bir ekonomik hazırlık da yoktu. Biliyoruz ki Avrupa Birliği, Gazze’nin ana bağışçısı. Gazzeli ailelerin dörtte üçünden fazlası da uluslararası kuruluşlardan gıda ve para yardımı alıyor.
Peki, savaşı koruyup kollayabilecek güç dengeleri ve ittifaklar hakkında ne söylenebilir?
Etkili uluslararası taraflar arasında ABD ve Avrupa’nın temsil ettiği Batı ve de Hindistan, İsrail’le neredeyse mutlak ölçüde özdeşleşen bir tutum sergiledi. Bakanların ve siyasetçilerin ziyaretlerinden tutun da uçak gemilerinin gelişine kadar örnekler sayılamayacak kadar çok olsa da sonrasında yaşanan şaşkınlık şaşırtıcı görünüyor. Çünkü her zaman Batı’yı ‘evlatlığı’ İsrail’e bağlayan siyasi bir dilden geliyor.
Diğer yandan Amerikan tek kutupluluğunu kırdıkları için çokça övdüğümüz Çin’den ve Rusya’dan beklenen destek ortalarda yoktu. Nitekim Çin, savaşan tarafları müzakereye teşvik etmek üzere Mısır’la iş birliği yapma sözü verdi ve Filistinlilerin başına gelen ‘tarihî zulmü’ hatırlattı. Devlet Başkanı Vladimir Putin üzerinden Rusya ise ABD’nin dünya çapındaki politikalarının başarısızlığını kanıtlamakla ilgilendi ve bir ‘orta yol’ aranması gerektiğini belirtti. Genel olarak Moskova ile Pekin’in Hamas’ın savaşına verdikleri en somut destek, savaşı kınamayı reddetmeleri oldu.
Peki, İslam dünyasında durum ne? Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bilgeliği bir gecede arttı. Şöyle ki kınamalarını ‘tarafsızlık’, ‘aklıselim’ ve ‘arabuluculuk’ vurgusuyla birleştirdi ve temel ihtiyaçların Gazze’ye sokulmamasının ‘bu kararı verenin alnında bir utanç lekesi’ olacağını kaydetti. Pakistan, Bangladeş ve Endonezya’dan ise bir ses duyulmadı.
Gayet iyi bildiğimiz üzere Arap dünyası, ekonomik çöküşlerine ve iç çekişmelerine batmış ülkeler ile direnişçilerin ‘normalleşme komplosuna katılmakla’ damgaladığı ülkeler arasında bölünmüş durumda. Arap Birliği ise adil ve uzlaşmacı gördüğü bir formülle ‘her iki taraftan’ sivillerin öldürülmesini ve kuşatmayı kınadı.
Filistin’in kendisi de siyasi olarak bölünmüş durumda. Ramallah yönetimi, Gazze’de Hamas’ı desteklemek istese bile bin bir nedenden ötürü eli kolu bağlı olacaktır.
Ayrıca Aksa Tufanı, İsrail’in 1948 yılında kurulduğundan bu yana gördüğü en büyük ayrışmayı yaşadığı bir zamanda geldi. Dolayısıyla askerî operasyon, öngörülmesi zor ihtimallere yol açabilecek bir dönüşümün durdurulmasını gerektirdi.
Aksa Tufanı, destekçiden tümüyle mahrum da değil. Dayanışma gösterdiği sırada Şam ve Halep’teki havalimanları bombalanan Beşşar Esed’in ve iç çatışmalarının bataklığındaki mevzilerinden savaşa hazır olduklarını ifade eden Iraklı ve Yemenli grupların yanı sıra İran ile uzantısı Hizbullah, tek ciddi destek kaynağıydı. Bununla birlikte Tahran’ın katkısı, ilk saldırıyla, yani askerî ve teknik açıdan gerçekten etkileyici Aksa Tufanı’yla sınırlı kaldı. Ancak daha sonra ‘meydanların birliğine’ duyulan ihtiyaç şiddetlenince, meydanların tüm efendileri, meydanların öyle ya da böyle ‘olgunlaşmasını’ bekleyerek, ‘uygun zamanı ve zemini’ beklemeye ve ‘objektif koşulları’ analiz etmeye başladılar.
Diğer tüm hususları göz ardı edip sadece kişisel çıkarlara odaklansak bile yine de şu acil soruyla karşı karşıya kalırız: Bahsettiğimiz faktörleri dikkate almadan böyle bir saldırıyı kim planlar? İsraillilerden önce Filistinli sivillere hiç değer vermeyen bu planın sahibi kim?
Büyük ihtimalle bizi bu sonuca el birliğiyle şu iki zihniyet ulaştırdı: Gazze halkını alıp satan İran rejimi ve radikal bilincin ucuzluğuyla totaliter bilincin katılığını bünyesinde toplayan Hamas zihniyeti.
Biz aklımız, vicdanımız, sorumluluk duygumuz ve hatta kişisel çıkarlarımızın dayatmasıyla kınamamızın daha doğru olacağı bir operasyonu gürültülü bir şekilde kutlamaya başlamışken İsrail’in ‘medeni’ barbarlığı üzerimize çöktü. Bu üçlünün bir araya gelişinin sonucu ise 1948 ve 1967’dekilerin toplamından daha büyük bir felaket oldu.