Hamas Hareketi’nin veya İslami Cihad Hareketi’nin liderlerinden hangisinin son ‘Gazze savaşı’nın başlatılması emrini verdiğini tam olarak bilmiyorum. Ama açıkçası gördüklerimiz ve görebildiklerimizin dehşeti karşısında bu sorunun hiçbir önemi yok.
Olan oldu ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu bize Batılı karar verici başkentlerin mutlak desteğiyle bölge için yeni bir harita sözü verdi. Tabi bu başkentlerin başında Washington geliyor. Ancak her çatışmanın ‘iki kampı’ olduğundan, Hamas ve Likud oyuncuları için etki ve tepki dinamiklerini belirleyen noktaları sorgulayalım. ‘Kıvılcım’ın çıktığı kampla, yani Hamas ve müttefikleriyle başlayalım.
Büyük saldırıyı planlayanlar, 1948’den bu yana Filistinlilere karşı en radikal ve en düşman hükümetin başta olduğu bir dönemde İsrail’in buna nasıl bir tepki vereceğini hayal ettiler?
Hizbullah 2006’da İsrail sınırında, Gazze çevresi ve buradaki çok sayıda yerleşim birimine yapılan operasyondan çok daha küçük bir operasyon başlattığında Lübnan’da neler olduğunu hatırlamıyorlar mı? İsrail’in o dönemdeki tepkisinin, Lübnan’daki her şeyi etkileyen devasa yıkıcılıkta bir operasyon olduğunu hatırlamıyorlar mı? Öyle ki, Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ın bile hesaplamalarında hata yaptığını itiraf ettiğini ve bugün bile muhaliflerinin onu “bilseydim” ifadesinden vurmaya çalıştığını unuttular mı?
Bunun da ötesinde, burada soru işaretlerinin daha karmaşık olduğunu ve Filistin-İsrail çatışmasının kendisinden daha geniş boyutlar kazandığını düşünüyorum. Savaş kararı alanlar, İran’ın -bir devlet olarak ve kendisine bağlı milisler olarak- tek adam gibi hareket edip, Devrim Muhafızları Ordusu’nun (DMO) sözcüleri ve Tahran, Beyrut ve Bağdat mollalarının ağızlarına pelesenk ettikleri gibi ‘İsrail’i saatler içinde yeryüzünden sileceğini’ mi sanıyordu?
Washington’un savaşın başlamasından sonraki birkaç saat içinde Tahran’ın ya da silahlarının olaylara karıştığına dair hiçbir kanıt olmadığını söylemek için acele etmesi onları şaşırtmadı mı? Dahası, ‘büyük ve küçük şeytanların’ sözleriyle aklanmalarının utanç teri cesur yazarlar tarafından silinene kadar, Tahran platformlarının bir anlığına sessizliği karşısında şok olmadılar mı?
Biraz İran’ı bir kenara koyup bölgesel oyunculara bakalım. Herkesin kendisince endişeleri, meşguliyetleri ve korkuları olduğu kriz içindeki bölgenin güçlerine güvenmek mantıklı mıydı? Emirleri verenler, Rusya (Ukrayna ile meşgul) ve Çin’in (Tayvan ile meşgul), Washington’un her zaman ulusal güvenliğinin ayrılmaz bir parçası ve Ortadoğu’daki nüfuzunun öncüsü olarak gördüğü bir varlığı korumasını engelleyeceğini mi sandılar?
Bunun karşısında, yani İsrail cephesinde, Filistin’den bir kimlik, bir varlık ve bir mesele olarak kurtulmanın, İsrail sağcı güçlerinin, hatta sadece onların da değil, başka güçlerin de öncelikleri listesinde tartışmasız bir yeri olduğunu iddia ediyorum.
‘Filistin’in varlığı bile İsrail’in kurucuları ve mirasçıları için bir ahlaki, demografik, siyasi ve güvenlik sorunuydu ve öyle de olmaya devam ediyor. Bazı kurucular ve kurumlar -Golda Meir gibi-, medya ve eğitimde sansürün uygulandığı dönemde, “yurtsuz insanlar için insansız bir yurt” yalanını tekrarladılar. Binyamin Netanyahu’nun mevcut hükümetinde ve sansür döneminde de buna inanan ve hatta daha ileri gidenler var.
Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir ve Maliye Bakanı Bezalel Smotrich gibi radikal isimler Filistin halkının varlığına hiçbir şekilde inanmıyor. Hatta nihai çözüm olarak ‘transferi’ yani Filistinlilerin tamamen tehcir edilmesini dayatmaya çalışıyorlar. Bu tehcir ‘çözümünün faziletlerine’, yakın zamanda eski İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon tarafından değinildi. Ayalon, 1,1 milyon Filistinlinin Gazze’den Sina’ya taşınması (Mısır buna karşı çıksa da) ve ‘Esed rejiminin katliamlarından kaçan Suriyeli mültecilere sığınak sağlandığı gibi, oraya yerleşmelerinin sağlanması’ fikrini savundu.
Bu sırada, bir zamanlar Arapları “köpek” olarak tanımlayan radikal haham Meir Kahane tarafından kurulan ‘Kach’ hareketinin eski üyesi Ben-Gvir, milis doğasını yansıtan bir hamleyle dün yerleşimcilere bireysel silahlar dağıtmakla meşguldü. Smotrich’e gelince, kendisi Fransa’da ve ABD’de birçok kez, Filistin halkının olmadığını ve bu halkın yalnızca geçen yüzyılda “icat edildiğini” söyledi.
En az bu ikisi kadar tehlikeli olan Netanyahu, iktidarda kalabilmek ve kendisini yolsuzluk suçlamalarıyla yargılanmaktan kurtaracak yargı dokunulmazlığını elde etmek için onlarla ittifak yapmaktan çekinmiyor. Bu bağlamda, son aylarda yüzbinlerce İsraillinin karşı çıkarak, kitlesel gösteriler düzenlediği yasa değişikliklerini talep ederek, yargının bağımsızlığına karşı harekete geçmekte tereddüt etmedi. Yukarıdakilerin hepsi Filistinlilerin geleceğine dair hiç de iç açıcı olmayan bir tablo çiziyor. Hatta meşhur ABD’li Yahudi gazeteci ve yazar Thomas Friedman gibi kişiler de İsrail’in geleceğini iç açıcı bulmuyor. Friedman iki gün önce şu ifadeleri kullandı:
“ABD İsrail’i, toplumunun en kötüsünü değil, en iyisini yansıtan bir hükümete sahip olmadığı ve bu hükümet Filistin toplumunda en kötüsüyle değil, en iyisiyle uzlaşmaya varmayı başaramadığı sürece, karşı karşıya olacağı gerçek tehditlerden uzun vadede koruyamaz.”
Bölgeye gelince, çoğu şey İran’ın halihazırda devam eden savaşın başlangıcından bu yana gösterdiği ‘tutumlardan’ alınan derslere bağlı.
Washington’un ‘krizin yayılmasını önleme’ konusundaki kararlılığı, yalnızca İsrail savaş makinesinin Filistinlileri tek başına görmesini kolaylaştırmak anlamına gelmiyor, ki Filistinlilerin bazıları İran’a bel bağladı. Daha ziyade bu, Joe Biden yönetiminin, tıpkı DEAŞ’ın yaratılıp, onun vahşetlerinden çıkar sağlanması sonrasında olduğu gibi, İran’ı hala Yakın Doğu bölgesinde bir “güvenlik ortağı” olarak görmek istediği anlamına gelebilir.
Belki de Netanyahu’nun istediği bölge haritası -İran’ın Akdeniz’e uzanan koridoru da dahil- Irak, Lübnan ve özellikle Suriye’de mevcut bölgesel nüfuz alanlarını ‘sağlamlaştırmaya’ ve ‘sürdürmeye’ dayanıyor. Burada birçok yanılsama gerçekten kırılıyor.