Ben İbn Âkîl'in Elfiye'sinin Şerhi’nde fiilin köklerini işlediğimiz günü halen hatırlıyorum. Bu kitap, dil biliminin ileri düzeylerinde incelenmesi gereken kitaplardan biri. Bu dersi özellikle hatırlamamın nedeni, ünlü şu şiir dizesi:
“Ey şan ve şerefin oğlu, yaklaşıp ne olduğunu görmüyor musun?
Seninle sanki gaybı duymuşlar gibi konuştular.”
Hocamız, Allah rahmet eylesin, tüm dersi bilginin doğrudan gözlem ve kişisel deneyim yoluyla elde edilmesi ile bilginin duyularak ve anlatılarak elde edilmesi arasındaki farkı anlatmaya harcamıştı. O zamanlar bir şeyi gerçekte görmenin kesin bilgiye ulaşmanın bir yolu olduğu, bunu duymanın ise spekülatif bilgi olarak sınıflandırıldığı ve görenle duyanın aynı olmadığı çok iyi biliniyordu. Biz bu görüşü esas alıyorduk. Birisi bizimle bu konuda tartıştığında, ona duyusal deneyimin en güvenilir kanıt olduğunu ve gözün en güvenilir duyu aracı olduğunu söylerdik.
Çalışmamın ilerleyen yıllarında, nesneleri görmenin ve onların duyusal deneyimlerinin bize kesin bir kanıt vermediğini, çünkü bunun bakış açısından ya da ‘beklenti ufku’ denilen şeyden etkilendiğini anlamaya başladım. Bireyin geçmişinin ve ön bilgilerinin daha sonra öğrenecekleri üzerindeki etkisini öğrendiğim ilk derslerden birini hatırlıyorum. Profesör, kırsal kesimdeki fakihler ve başkentlerdeki fakihler tarafından aynı konuda verilen şer’i kararlardan bazı örnekler sundu. Aralarındaki fark çok büyüktü. Kıdemli bir meslektaşımın, profesörün, her bireyin kendi dinini diğer dinlere tercih etme eğiliminde olduğu, çünkü buna dair kanıt bulsa da bulmasa da çocukluğundan beri bu dinlere aşina olduğu yönündeki ifadesine itiraz etmesiyle ortaya çıkan hararetli tartışmayı özellikle hatırlıyorum. Bu tartışma sandığımızdan da öteye gitti...
İnsan zamanla gördüklerinin duyduklarından çok da farklı olmadığını, her ikisinin de tahminden ibaret olduğunu anlar. Ya da belki bir şeyi görmenin, onun zahiri görünümünden başka bir şeyi açığa çıkarmadığını, belki de onun gerçekliğinin bir yönünü ortaya çıkardığını, belki ona yalnızca daha önce görmek istediğini gösterdiğini söylüyoruz. Fikrini basitleştirmek için üç kişiye ‘banka’ dediğimiz finans kurumunun ahlaki değerini soralım: Geleneksel bir fakihe sorsanız, faizli işlemleri yönettiği için Allah'ın gazabına uğradığını söyler. Bir finans uzmanına sorsanız, her ülkenin geçim kaynağının ve ekonomik faaliyetinin odağı olduğunu belirtir. Marksist bir aktiviste sorsanız bunun bir sömürü sembolü olduğunu vurgular. Tanım ve değerdeki bu tutarsızlığın nedeni, deneyimin bölümlerinin önceki algısı ve bundan beklenen sonuçlardır.
Geçmişte göz ile olay arasında herhangi bir aracının olmadığı yönünde yaygın bir inanış vardı. Kendi gözlerinizle gördüğünüz gerçektir. Bu nedenle görmek gerçeğin kanıtıdır. Ancak bugün artık biliyoruz ki, göz sadece dış görüntünün aktarıcısıdır. Ancak görüntüyü tanımlamak, sonra onun mahiyetini ve değerini belirlemek aklın işidir.
Biliyoruz ki akıl boşlukta çalışmaz ve sıfırdan başlamaz. Öncelikle aldığı görüntüyü, içinde sakladığı binlerce çerçeve ve kuralın birinde sınıflandırmaya başlar. Bu çerçeveler ve kurallar, yeni şeyleri gördüğünde baktığı bir tür teleskopu oluşturur. Dolayısıyla modern bilimde zihinde depolanan kavram ve algıların gözleriniz ile gerçeklik arasında aracı görevi gördüğü konusunda fikir birliği vardır. Yani yeni şeyleri zihninizde depolanan algılar aracılığıyla görürsünüz.
İnsanlar gerçekliğin unsurlarına ilişkin değerlendirmelerinde farklılık gösterdiği gibi, bunların tanımlanmasında da farklılık gösterirler; çünkü bunları aslında basit, bağımsız bir unsur olarak değil, zihinlerinde özel bir imaj ve değer taşıyan bir kompleksin parçası olarak görürler. Bu görüntü önceki bilgilerden, kişisel algılardan veya bileşiğin bir bütün olarak veya bazı parçalarıyla ilgili deneyimlerden elde edilebilir.
Bahsi geçen banka meselesi, hayatımızda gördüğümüz her şeyle ilgili bir modeldir. Biz bir şeyle, o şeye dair önceden bir anlayışa dayanarak ya da en azından onun doğasına ve konumuna dair önceden bir algıya ve hatta hayal gücüne dayalı olarak ilgileniriz. Göz yalnızca manzaranın ileticisidir, gören ise akıldır.