Abdulmunim Said
Kahire’de Mısır Gazeteciler İdaresi Meclisi Başkanı ve Kahire Bölgesel Strateji Çalışma Merkezi Yönetim Müdürü
TT

ABD Ortadoğu'ya mı dönüyor?

Amerikan forumlarında genellikle söylediğim bir şey vardı, o da ABD'nin Ortadoğu'ya adil politikalar izleyerek gelmediği sürece Ortadoğu'nun, çıkarlarını ve küresel duruşunu tehdit eden çeşitli biçimlerde ona geleceğiydi. Bu, İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana bölgedeki ABD tarihine dair bir okumaydı. Amerikan Brookings Enstitüsü Başkan Yardımcısı ve Dış Politika Programı Direktörü Suzanne Maloney, 10 Ekim'de Foreign Policy dergisinde ‘ABD'nin Ortadoğu'dan Çıkış Stratejisinin Sonu’ başlıklı bir makale yazdı ve kendi açımızdan detaylandıracağımız iki konuyu gündeme getirdi. Birincisi, ABD'nin, en acınası tezahürü Afganistan'dan çıkış sahnesi olan Ortadoğu'dan çıkışa yönelik yüksek sesli seferberliğinin ardından, süper güç olarak ana rakibi olan Çin ile yüzleşmek ve küresel ekonomik faaliyetlerin ana deposu haline gelen kıtadan yararlanmak için açıkça diğer yöne, Asya'ya yönelişidir. İkincisi, çıkışın ve bunun gerektirdiği politika ve ittifakların Hindistan, Avustralya, Japonya ve Güney Kore'ye kadar uzanmasının üzerinden çok zaman geçmeden, ABD’nin yazarın detaylarına değinmediği siyasi ve askeri bir gösteriyle bölgeye geri dönüşüdür. Söz konusu askeri ve siyasi gösterinin detayları Filistinli Hamas’ın 7 Ekim’deki stratejik sürprizi ve hemen ardından kendisini takip eden İsrail'in Gazze Şeridi'ne yönelik organize saldırılarıyla ortaya çıkmaya başladı. Saldırılarda büyük çaplı yıkıma çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan Filistinlilere yönelik toplu katliamlar da eşlik etti. ABD hızla hamle yaptı ve ABD Başkanı Joseph Biden İsrail'i ziyaret ederek savaş konseyine katıldı. Washington savaşın genişlemesinden korktuğu ve İran ile müttefiklerini caydırmak istediği için bölgeye iki uçak gemisi, bir nükleer denizaltı ve yaklaşık beş bin deniz piyadesi gönderdi. İngiltere ve Almanya destekleyici bir varlık göstererek onu takip ettiler. Bu hamleyi çok geçmeden İsrail'in büyük vahşeti izledi ve bu da Washington'ı ateşkes, Gazze'ye destek ve yardım sağlama fırsatı sunma, Gazze’de Filistinlilerin üstleneceği yeni bir yönetim için çabalama ve ardından ‘iki devletli çözüme’ ulaşarak kalıcı barış için çalışma arayışına itti.

Suzanne Maloney'nin tezine eklediğimiz bu ayrıntılar, ABD'nin Ortadoğu stratejisine son vermekle kalmayıp, aynı zamanda en eski ve karmaşık sorunlarından birine gömüldüğünü de gösteriyor. Yazar, makalesinin devamında Washington'ın çıkış sırasında Ortadoğu'daki konumunu iki kanat üzerinden ele aldığını belirtiyor. Birinci kanat, Suudi Arabistan-İsrail yakınlaşmasını sağlamak ve İran ile ilişkilerde nükleer karar verme mekanizmasını kısıtlayacak bir anlaşma yoluyla ikinci seçeneği veya B Planını devreye sokmak. İkincisi, beş ABD’li tutuklunun serbest bırakılması karşılığında altı milyar doları serbest bırakarak yaptırımların kaldırılmasına kapı aralamak. Olan şu ki Ortadoğu ABD'nin planlarına, bölgeye giriş ve çıkış arasında gidip gelmelerine göre ilerlemiyor. Filistin'de tarih, Hamas’ın düzenlediği saldırının tarihi olan 7 Ekim'de başlamadı. Tarih içinde yaşanan gelişmeler, İsrail'i değiştirdi ve Filistin'e yeni ‘felaketler’ yaşatmak isteyen sağa doğru itti. Hamas da İran ve onun Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen'deki müttefikleriyle birinci kanadın jeopolitik devriminin bölgede gerçekleştirdiklerine karşı ittifak kuruyordu. Ortadoğu, ABD ‘gündemine’ ve onun seçim döngülerine, politikalarına göre değil, yüzyıllar ve çağlar boyunca biriken, ‘jeolojiye’ benzer bir gündeme göre ilerliyor. Bu da etkileşim ve denge sonuçlarını, ülkeler ile bölge güvenliği üzerindeki etkilerini doğuruyor.

ABD'nin bölgedeki varlığı mutlaka kötülüğü temsil etmiyor. Geçmiş zamanlarda nüfuzu ve gücü olumlu sonuçlara yol açmıştı. Eisenhower yönetimi sırasında, 1956'da, ABD'nin tutumu olumluydu ve üç saldırgan ülkenin (İngiltere, Fransa ve İsrail) Mısır'dan tamamen çekilmesine, dahası bölgedeki sömürgeci nüfuzun sona ermesine katkıda bulundu. ABD daha sonra bir kez daha, Nixon ve Ford yönetimleri sırasında, askeri ve petrol boyutu ile 1973 Ekim Savaşı'nın ardından Mısır ve Suriye-İsrail barış sürecinde önemli bir rol oynadı. Soğuk Savaş'ın sona ermesi, baba George Bush’un yönetime gelmesi ve Saddam Hüseyin'in Kuveyt'i acımasızca işgal etmesiyle birlikte, ABD, Kuveyt'in özgürleştirilmesinde Arap ittifakıyla beraber önemli bir rol aldı. Daha sonra Filistinliler ile İsrailliler arasındaki Oslo Anlaşması’nın yolunu döşeyen Madrid Barış Konferansı’nı düzenledi. Konferans, ilk olarak Ürdün-İsrail barışının sağlanması, ikinci olarak da tarihi Filistin topraklarında ilk Filistin siyasi otoritesinin kurulmasıyla sonuçlandı. Tüm bu durumlarda, fırsatların değerlendirildiği ve kritik bir durumun bir felaketten mutluluğa dönüştürüldüğü büyük krizlerle başa çıkmakta ABD'nin oynadığı rol büyüktü.

Şimdi, 7 Ekim'den sonra ABD'nin yeniden bölgede bulunması, bir yandan Arap-İsrail barışına, diğer yandan bölgesel güvenlik konularına yeni bir katkı sağlayabilir. ABD'nin rolünün etkililiği ile hayati Arap çıkarlarını dikkate almasındaki ayırt edici faktör, gerekirse Arap siyasi ve askeri kapasite ve araçlarının, bölgede barışı ve bölgesel güvenliği sağlama iradesinin varlığıdır. Kalkınma ve modernleşmenin önünü açan bir reformu arzulayan Arap ülkeleri arasında da benzer bir durum mevcut. Filistin halkına, bir devlet kurma hakkını veren barış, radikal gruplar lehine Arap bölgesine yönelik bir düşmanlık değil, onun için bir katkıdır. Krizin başlangıcında tamamen İsrail lehine taraflı görünen ABD'nin tutumu, İsrail'in vahşi kibrini önleme konusunda olumlu gelişmeler kaydetti. Ateşkes sonrasında Gazze Şeridi'nin yönetiminin İsrail'in elinde olmasına karşı çıkarak iki devletli çözüme dayalı kapsamlı bir barış çağrısında bulundu. Bu çok fazla gelişme ve Arap sabrı gerektiren bir başlangıçtır.