Nedim Kuteyş
Lübnanlı gazeteci
TT

Husilere yönelik hava saldırısı: Çok küçük ve çok geç

Yemen'deki Husi milislerine yönelik Amerikan-İngiliz ortak saldırıları, İran yanlısı bu grup tarafından kontrol edilen gerilimin ritmini bozdu. Ancak 2016'dan beri türünün ilk örneği olan hava saldırılarının "çok küçük ve çok geç" olduğu söylenebilir.

Yemen uzmanları, ABD'nin, Husilerin dünyanın en önemli, küresel ticaret ve sanayi için en hayati su yollarından biri olan Kızıldeniz’de seyrüsefer faaliyetlerini hedef alan 27 saldırısını göz ardı etmesinin mümkün olmadığı konusunda hemfikir. Diğer neredeyse hemfikir oldukları husus ise bu saldırıların Körfez'in güvenliğini, küresel ekonomiyi ve Ortadoğu'daki genel istikrarı tehdit eden bir İran kolu olan Husi milislerinin temsil ettiği karmaşık ve tehlikeli duruma çözüm bulmaktan aciz olduğu.

Daha geniş anlamda, Yemen'deki Amerikan hava saldırıları, bölgedeki genel stratejik gerçeklik göz önüne alındığında, ister Yemen, Suriye, Irak veya Lübnan isterse bizzat İran ile bağlantılı olsun yetersiz veya yanlış Amerikan politikalarının uzun listesi içinde yer alıyor.

Yemen krizinin yönetimi, ABD Başkanı Joe Biden'ın Beyaz Saray'a gelişinin, Amerikan dış politikasını Washington'da rakibi eski Başkan Donald Trump ile yaşanan yoğun siyasi çatışmanın basit bir aracına dönüştürmesinin, bu çatışmada kullandığı dosyalarda her türlü stratejik anlayışı acele, düşüncesizce ve tehlikeli bir şekilde terk etmesinin ilk kurbanı oldu.

Biden yönetimi, 4 Şubat 2021'deki dış politika ile ilgili ilk konuşmasında, Suudi Arabistan liderliğindeki Koalisyonun yürüttüğü saldırı operasyonlarına desteğin kesildiğini, silah satışlarının durduğunu ve Yemen krizinin tanımının yalnızca iki unsurla sınırlandırıldığını duyurmuştu. Bunlardan ilkine göre Yemen krizi, BM'nin öncülük ettiği ve Washington'un desteklediği barış süreciyle çözülebilecek bölgesel etkilere sahip bir iç çatışmaydı. İkincisine göre ise afet yönetimi anlayışıyla ele alınan, felaket boyutunda bir insani yardım dosyasıydı.

Bu pozisyon doğrultusundaki dönüşümlerin Başkan Trump yönetiminde de eksik olmadığı doğru, fakat Trump'ın tutumu, Biden yönetiminden farklı olarak Yemen savaşının stratejik boyutunu çoğu zaman ön planda tuttu. Savaşı, İran’ın körüklediği ve pek çok yönünü Ortadoğu'daki nüfuz ve hegemonya denklemlerine ilişkin spesifik algılara göre yönettiği bir vekalet savaşı olarak tanımladı.

ABD'nin pozisyonundaki bu dönüşümler Koalisyonun çabalarını zayıflattı, dahası Hudeyde Limanı’nın kurtarılmaması konusunda ısrar etmek gibi ulaşılabilecek askeri boyutlara sınırlar getirmekle birleşti. Bu ise İran'ın nüfuzunu korumasına ve geliştirmesine olanak sağladı. Washington, İran'ın Yemen krizindeki rolünü doğrudan ele almaktan kaçınmakla kalmadı, insani yardımları kolaylaştırmak bahanesiyle Husi hareketini yabancı terör örgütleri listesinden çıkaracak kadar ileri gitti. Bu adım, Husilere daha fazla siyasi meşruiyet kazandırdı ve onların konumları ile İran'ın nüfuzunu Ortadoğu'nun bu bölgesinde benzeri görülmemiş bir şekilde güçlendirdi.

ABD'nin Yemen'e askeri müdahalesinin, bugün Suudi Arabistan’ın Kızıldeniz’in bu stratejik bölgesinde itidal ve sükunet, çatışmanın kapsamını genişletmemeye dikkat etme çağrılarıyla aynı zamana denk gelmesi bir ironi olabilir.

Bu ironik an, Demokrat Parti içindeki ilerici kanadın yükselişinin yarattığı kafa karışıklığının doruğunu temsil ediyor. Söz konusu kafa karışıklığı, ister ABD ve müttefiklerinin stratejik çıkarları pahasına, ister dünyadaki jeopolitik ve ekonomik gerçekler pahasına olsun ABD dış politikasında insani yaklaşımlara, insan hakları konularına, diplomatik yaklaşımlara ve küresel iş birliğine öncelik veren yeni bir dinamiğin ortaya çıkmasına yol açtı

ABD tarihsel olarak, özellikle Ortadoğu gibi bölgelerde, değerleri ile istikrarı koruma ve düşman güçlerle mücadele ihtiyacını dengelemiştir. Ancak eski Başkan Barack Obama'nın Amerikan dış politikasında yeni bir sayfa olarak açtığı aşırı ilerici tutum, bugün bu hassas dengeleri tehlikeye sokan bir husustur. Keza bu çalkantılı Ortadoğu'yu üreten ve stratejik boşlukların Rusya veya Çin gibi rakip güçler tarafından doldurulmasına yol açan da odur. Örneğin, Obama yönetiminin özellikle “kırmızı çizgiyi” geçtikten sonra Suriye rejimine karşı kararlı bir müdahalede bulunma konusundaki isteksizliğinin, dünya çapında ABD'nin fiili otoriter rejimlerle, özellikle de İran ile müttefik olan rejimlerle mücadele etme konusunda ciddi olmadığı yönündeki izlenimi nasıl güçlendirdiğini hatırlayalım. Bu eylemsizliğin İran'ın ve ardından Rusya'nın Suriye'deki konumlarını güçlendirmelerine, Başkan Beşşar Esed'i desteklemelerine, askeri varlıklarını genişletmelerine ve böylece bölgesel güç dengesini değiştirmelerine nasıl olanak tanıdığını da anımsayalım.

Daha da tehlikelisi, ABD'deki ilericilerin öncülük ettiği ve insan hakları ile diplomasi gibi değerlere dayandığını iddia eden bu dış politikanın, Gazze savaşının ardından bugün stratejik düzeydeki başarısız geçmişine eklenen bir ikiyüzlülük ve oportünizm suçlamalarıyla karşı karşıya kalmasıdır. Washington'un Yemen, Suriye ve Irak'taki politikalarını ve kararlarını yönlendirdiği varsayılan ilkelerin, ABD'nin Gazze savaşında İsrail'i destekleyen tutumunda esamesi okunmuyor. Hem de bu savaş şu ana kadar 23 bin kişinin trajik bir şekilde hayatını kaybetmesine, yaygın yıkıma ve 1,9 milyondan fazla Gazze Şeridi sakininin yerinden edilmesine ve ayrıca savaşın kapsamının genişletilmesine yol açmış olmasına rağmen.

İsrail söz konusu olduğunda Washington'un tutumundaki bu keskin farklılık, ABD'nin insan hakları ve insani konulardaki güvenilirliğini ve diplomasiyi orduya tercih ettiği iddiasını zayıflatıyor. Dünya sahnesinde ahlaki ve siyasi otoritesini zayıflatıyor, stratejik çıkarları ve ittifakları sarsıyor.

Durum şu ki, dünya çapında değerleri, insan haklarını ve insani standartları savunma konusunda Amerikan diplomatik etkinliğini ciddi şekilde kaybetmiş, ittifak ve çıkarların garantörü askeri prestijden yoksun bir Washington ile karşı karşıya bulunuyoruz. Yemen'deki son hava saldırıları, yönü bilinen ve belirli hedeflere sahip tutarlı bir stratejinin parçası olmadan, ABD'nin bölgedeki rolünün uğradığı kayıpları telafi etmeye yönelik umutsuz bir girişimden başka bir şey değil.