Kızıldeniz ve Babu’l Mendeb'deki Husi eylemleri ve bunlara ABD ile İngiltere’nin Yemen'deki Husi hedeflerini bombalayarak karşılık vermesi, ABD'nin özelde Husilere, genelde ise bölgeye yönelik 15 yıllık politikasının eleştirilmesine kapıyı araladı. Geçen ekim ayından beri Gazze'de Hamas'a karşı yürütülen savaşta İsrail'e verilen sonsuz Amerikan desteğinin yanı sıra, Yemen'de Husilere yönelik askeri operasyonlar da zengin bir eleştiri kaynağı oluşturuyor. Özellikle de mevcut ABD yönetiminin daha önce Husileri terör örgütleri listesinden çıkardığı, Yemen'de dönen savaşı yalnızca insani açıdan yaklaşılması gereken bir iç çatışma olarak değerlendirdiği ve Suudi Arabistan liderliğindeki Arap koalisyon güçleriyle istihbarat ve lojistik iş birliğini durdurduğu göz önüne alındığında. Donald Trump dönemindeki İran Kudüs Gücü eski komutanı Kasım Süleymani suikastı ve nükleer anlaşmadan çekilme başta olmak üzere birkaç istisna dışında, Washington'un Yemen'deki Husilere yönelik politikası, özellikle Barack Obama döneminden bu yana uygulanan Amerikan politikasının tamamını temsil eden bir örnek. Siyaset veya güvenlik alanında bunun dışındaki diğer pozisyonlar, İran ile müttefik bazı milislere karşı verilen zayıf ve hiçbir işe yaramayan tepkilerin dışına çıkmadı. Bunlardan en öne çıkanı da Suriye savaşı ve Husilerin Körfez ülkelerine yönelik saldırılarına yönelik tereddütlü ve muğlak pozisyondu.
Amerikan politikasına yönelik eleştiriler meşru olsa da 7 Ekim'de gerçekleşen Aksa Tufanı operasyonundan bu yana iki faktör nedeniyle meydana gelen değişiklikleri vurgulamakta fayda var. Bu faktörler operasyonun boyutu ve onu karakterize eden sürpriz unsurudur. Amerikalılar İsrail'in istihbarat başarısızlığından dolayı hayal kırıklığına uğradılar; bu başarısızlık, biçim ve içerik farklılıkları ile birlikte bir dereceye kadar ABD'nin 2001'de New York'taki Dünya Ticaret Merkezi’ne yönelik saldırıyı öngörmedeki başarısızlığına benziyor. Bu hayal kırıklığı, bir yandan İsrail'in gücü ve hazırlığı ile ilgili gerçekleri canlandırdı. Diğer yandan Hamas'ın Gazze topraklarındaki bölgesel operasyonunun hem İsrail ile bir savaş olması hem de Batı, ABD ve Avrupa ile Tahran'dan Beyrut, Bağdat, Sana ve Şam'a kadar uzanan İran ekseni boyutunda temsil ettikleri nedeniyle, gerçekliği ve boyutları hakkında farkındalık uyandırdı.
Washington, on yılı aşkın süredir ilk kez İran'ın bölgedeki müttefiklerinin ve kollarının eylemlerinden sorumlu olduğunu açıkça ilan ediyor; ancak Washington'un on yıllardır İran'ın bölgedeki rolünün farkında olmadığına inanmak zor. Bu farkındalığın yanı sıra, Amerikan desteğinden vazgeçemeyeceği ortaya çıkan müttefik İsrail’in başına gelenler, etkili bir Amerikan politikasını da tetiklemiş olabilir. Bu, Obama döneminde ve hatta Süleymani suikastı dışında, Suriye'de ve ardındaki Tahran'da sözlü çatışmalarla yetinen Trump döneminde bile tanık olduğumuzdan farklı görünüyor.
Washington'un yeni politikasının özelliklerinin birden fazla başlığı var: Birincisi, genel olarak Körfez'in, özel olarak da Suudi Arabistan'ın, özellikle Suudi Arabistan-İran anlaşması sonrasında istikrarı koruma ve çatışmaları bitirme arzusuyla bağlantılı olarak bölgesel bir savaştan kaçınma önceliğidir.
İkinci başlık, bölgesel bir savaştan kaçınmanın, caydırıcılıktan kaçınmak anlamına gelmemesidir. Husilerin Kızıldeniz ve Babu’l Mendeb'de deniz seyrüseferine ve ticari gemilere yönelik korsan eylemlerine karşı davranışıyla ABD tam olarak bunu yapıyor. Caydırıcılık politikasının Husileri tekrar terör listesine alan siyasi tarafı ile Husilerin gücünü sınırlamayı ve zayıflatmayı, gemileri alıkoyma eylemlerinin sayısını ve sıklığını azaltmayı, kaçınılması gereken savaşa yol açacak aşırı güce başvurmadan, Husilerin bu eylemlerinin bedelini hesaba katmalarını sağlamayı amaçlayan askeri bir tarafı bulunuyor. Yemen'de Husilerin başına gelenler, bir dereceye kadar Lübnan'da Hizbullah, Suriye ve Irak'ta İran ile ittifak halindeki milislere karşı pozisyonlar için de geçerli.
Amerikan politikasındaki değişikliklerin üçüncü ve en önemli başlığı, İran'ın bölgedeki rollerini güçlendirmek için uzun süredir kullandığı bir araç olarak Filistin kartını İran'dan geri almaya odaklanmaktır. İki devletli çözüm talebi, artık sadece bazı ABD yönetimi yetkililerinin zaman zaman tekrarladığı bir slogandan ibaret değil. Aksine Başkan Biden’ın açıklamalarının yanı sıra, Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan ve Dışişleri Bakanı Anthony Blinken'in neredeyse günlük açıklamalarına göre derhal uygulanması gereken acil bir Amerikan talebi haline geldi. Açıklanan Amerikan diplomatik hareketliliği, Filistin-İsrail çatışmasına kalıcı bir çözüm bulma ve kalıcı bir barış sağlama amacıyla bölgedeki Arap ortaklarla yapılan açık ve kapalı istişarelere paralel bir şekilde ilerliyor. Bu Amerikan hareketliliği, Binyamin Netanyahu hükümeti ile ilişkilere artık gizli olmayan gerilimler ve görüş ayrılıkları olarak yansıdı. Bunların en önemlisi Netanyahu'nun birkaç gün önce, kendisi görevde kaldığı sürece bir Filistin devletinin olmayacağını duyurması, buna karşılık Senato’da Demokrat Azınlığın Lideri Chuck Schumer’in, Senato'nun İsrail'e yapılacak yardıma ilişkin koşulları belirlemeyi düşündüğünü açıklaması idi.
İki devletli çözüme ilave olarak Washington, Gazze'de sivilleri etkileyen askeri operasyonların sınırlandırılması ve insani yardımların artırılması yönünde baskı yapıyor. Savaşın bitiminden sonra Filistin Otoritesi'nin Gazze'nin yönetilmesinde rol alması konusunda ısrar ediyor.
Paralel bir bağlamda, ABD'nin çabaları için sıkıntı oluşturan bir sorun öne çıkıyor. O sorun da bir yandan İsrail'deki iç anlaşmazlıklar, diğer yandan bunların doğrudan Washington'daki siyaset koridorlarına ve baskı gruplarına taşınması ve bunun sonucunda İsrail'deki siyasetin aynası haline gelmeleridir. Netanyahu, Itamar Ben Gvir, Bezalel Smotrich, Bill Gantz ve Yair Lapid arasındaki anlaşmazlıklar derinleşirken, bunların Washington'da kopyalandığı görülüyor. Bu da İsrail'in kararını etkileyecek gerekli Amerikan baskısını sınırlandırıyor.
Yeni Amerikan politikası, bölgeye kök salmış, sabır ve uzun bekleyişe dayalı bir İran stratejisiyle karşı karşıya bulunuyor. Bu strateji, Washington'un bölgesel savaştan kaçınma politikasıyla örtüşebilir ancak iki paralel çizgiyi benimsiyor. Birincisi, İran'ı bölgede önemli bir oyuncuya dönüştürmeyi, Amerikalıları, İsrail'i ve müttefiklerini bölgeden söküp atmayı, İran'daki yönetim doktrinini ve fikirlerini Arap ülkelerindeki yerel çevreler, kollar ve müttefikler aracılığıyla yaymayı amaçlayan ve mevcut İran rejiminin iktidara gelmesinden beri süregelen stratejik bir çizgidir. İkinci çizgi ise mevzileri güçlendirmek, gelecekte Amerikalılar veya başkalarıyla olası müzakerelerde kullanmak üzere mevcut tüm kartları toplamak için taktiklere, manevralara ve müttefik yerel milisler aracılığıyla bölgedeki istikrarı ve güvenliği sarsarak bunu kullanmaya dayanıyor.
Amerikan değişkenleri İran'ın deneyimlerine ve manevralarına karşı koyabilecek sabitelere dönüşebilirler mi? Washington'un politikasındaki temel zayıflık, İsrail'de karar alma süreci üzerinde etkili baskı kurma gücünün sınırlı olmasının yanı sıra, bölgenin güvenliğine yönelik entegre bir vizyonun ve İran yayılmasının boyutuna dair farkındalığın eksikliğidir.