Ahmed Mahmud Ucac
Lübnanlı yazar
TT

Medeniyetlerin yükselişi ile liberalizmlerin çöküşü arasında

Rusya Devlet Başkanı Putin, ABD’li gazeteci Carlson’ın bir sorusuna şu cevabı verdi:

“Neden Polonya’ya veya Baltık ülkelerine saldırmak isteyelim? Bu, bizim için önemli değil. Rusya’nın NATO üyesi ülkelere yönelik tehdidi tamamen hayal ürünüdür.”

Diğer yandan Estonya Başbakanı, Polonya Güvenlik Başkanı, Fransa Cumhurbaşkanı Macron ve NATO’ya üye pek çok taraf, Rusya’nın kendilerine saldıracağını belirtti. Bazıları bunun üç sene içinde gerçekleşmesini bekliyor.

Atlas Okyanusu’nun diğer kıyısında ise kazanması muhtemel ABD Başkan adayı Donald Trump, üzerine düşeni ödemeyen hiçbir NATO ülkesini savunmayacağını söyledi! Bu, Rusya Devlet Başkanı’nı, ödeme yapamayan ülkeye saldırmaya teşvik edecektir.

Çin, Batı’dan uzakta, büyük bir güç olarak yükseliyor. Tayvan’ın barış ya da savaş yoluyla Çin’e geri döneceği yönünde tehditler savuran Çin Devlet Başkanı, ülkesinin çıkarlarının göz ardı edilmemesi konusunda uyardı. Ayrıca komşularının deniz sınırlarının çizilmesi yönündeki taleplerini de duymazdan gelerek, çekişme konusu olan Çin Denizi’nin doğusunda ve güneyinde yapay adalar inşa etmeye devam etti!

Nüfus bakımından Çin’i geride bırakacak olan ve yakın zamanda Ay’a bir keşif aracı gönderen Hindistan’ın ise hızla ekonomik ve askerî bir süper güç haline geldiğini görüyoruz. Hindistan’da ülkeyi birleştiren bir unsur olarak Hinduizm yüceltiliyor. Başbakan Modi, bununla iftihar ederken partisi de kanun, razı etme veya göz korkutma yoluyla başkalarının haklarını azaltmaya çalışıyor.

Ortadoğu’da da Pers İmparatorluğu geçmişine sahip İranlı gücün, bu sefer dinî bir çeşniye sahip olarak korkutucu yükselişine tanık oluyoruz. İran, bu dinî sloganlarla bölgede yayıldı, Arap başkentlerini ele geçirdi, nüfuz ve çıkar paylaşımı konusunda ABD ile rekabet etmeye başladı.

Bir de komşumuz Türkiye var. Cumhurbaşkanı Erdoğan açıktan açığa Ortadoğu bölgesini atalarının yönettiğini ve Türkiye’nin yükselişinin kaçınılmaz olduğunu ilan ederek, güçlerini Libya’ya, Suriye’ye, Ermenistan’a, Azerbaycan’a ve diğer yerlere gönderdi. 

Bu panoramik dünya turu karşısında gözlemci, nefesini tutup kalp atışlarını saymaya başlıyor. Çünkü geleceğin karanlık olduğunu seziyor. Üstelik medeni imparatorlukların dinî ve milliyetçi duygular eşliğinde yükselişi de savaşların ve başkalarının topraklarını işgalin geri döndüğüne ve ülkelerinin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nde sınırların kutsallığını ve çekişmeleri halletmek için güç kullanımını kınamayı taahhüt ettiği dünyanın yapısının değiştiğine işaret…

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra savaşlar bitmese de bunlar, sınırlar içinde (iç savaş olarak) kaldı ve büyükler bu savaşlara müdahil olmadı. Dünya mutlu bir şekilde yaşamaya devam etti. O kadar ki Sovyet sisteminin çöküşünden sonra bazıları, tarihin sona erdiğini düşündü!

Ama tarih sona ermediğine ve ermeyeceğine göre, medeniyetlerin yükselişi pratikte modern devletin içeriden çatlaması demek. Çünkü bu devletteki çoğunluğun medeniyeti, azınlıkların en temel haklarının bile inkâr edilmesine yol açacak, siyasi çoğulculuk ortadan kalkacak ve iktidar tamamen çoğunluk halkın elinde yoğunlaşacak. Bu dönüşüm; medeniyetlerin tarih anlayışı, dil, din, gelenekler, kültür, yani doğası gereği neredeyse her konuda farklı ve bölünmüş olmasından kaynaklanıyor.

Fazla uzağa gitmeden, Hindistan’da veya Çin’deki Müslümanlara bakalım ve çoğunluğun medeniyetine dahil olmak için nasıl ötekileştirildiklerini görelim. Ya da İran’a bakalım ve Sünni azınlığın çoğunlukla eşit olma hakkının nasıl inkâr edildiğine bakalım. O kadar ki İran’da onlara bırakın iktidara ortak olmak, başkent Tahran’da bir cami inşa etmek bile yasak. Bu yüzden medeniyetlerin yükselişi, yıkıcı savaşlar üzerinden dünyanın kaçınılmaz olarak yeniden şekillenmesine sebep olacak. Bize insanlığın tarih boyunca yaşadığı savaşları hatırlatan bu savaşlar, bu sefer daha korkunç olacak, çünkü nükleer silahlar sayesinde tüm insanlık medeniyetini yıkacak.

Araplar olarak bizi ilgilendiren şey, bu değişen dünyayla nasıl yüzleşeceğimizdir. Karşı koymak için fazla aracımız ya da bize dayatılan yolu değiştirmek için gücümüz yok. Her bir kutbun, olumsuz anlamıyla medeniyetler çatışması düzeyinde bir arada yaşaması zor çıkarları varken, çok kutuplu bir dünyada nasıl oynayabiliriz?

Ya Arap-İslam medeniyeti anlayışımızı canlandıracağız, dinî ve tarihî kökleri olan insanı inşa etmeye başlayacağız, askerî olarak hazırlık yapacağız, sonra bizi koruyacak ve gücümüzü oluşturma sürecini destekleyecek yararlı ittifaklar kuracağız ve böylece kimsenin karşı karşıya gelmeye cesaret edemediği rakip ve heybetli bir medeni güç olacağız ya da orman kanununun egemenliğine izin veren başka bir medeniyet tufanına karşı koymak için egemen sosyal liberal ideolojisiyle İkinci Dünya Savaşı sonrası bir dünyayı güçlendirmeye ve demokratik Batı’yla aynı safta durmaya çalışacağız. Bu iki seçenekten birini seçmedikçe, bu karşılaşmadan zaferle çıkmamız oldukça imkânsız.

İlk seçenek, zorluğundan dolayı değil, ama maddi ve teorik gerçeklik zemininde imkânsız oluşundan dolayı uygulanamaz. Zira medeni benliğimizi inşa edebilirsek (ki bunun için uzun bir zamana ihtiyacımız var), kanlı medeniyet çatışmasına giren diğerleri gibi olacağız ve bunun acılı tüm sonuçlarını üstleneceğiz. Bu yüzden dezavantajlarına rağmen demokratik sosyal liberalizm seçeneği, barışı muhafaza etme ve insanı saygıyı hak eden, diğerleriyle eşit bir varlık olarak koruma konusunda en elverişli ve esnek seçenek olarak kalıyor.

Bu liberal anlayış, herkesin kültürel ve dinî farklılıklarına, gelenek göreneklerine rağmen bir arada yaşamasına ve liberal toplumun tüm bileşenlerinin iktidara ortak olmasına imkân tanıdı. Mesela Büyük Britanya şu an Hindistan kökenli Hindu bir Birleşik Krallık vatandaşı tarafından yönetiliyor. Bu esnada yeni medeniyet vizyonuyla Hindistan da üzerine Tanrı Ram adına bir tapınak inşa etmek için bin yılı aşkın bir tarihe sahip Babri Camii’ni yıkıyor.

İki seçenek arasındaki fark şu: Birincisi, dinî ve ulusal renkleriyle ve çatışmalarıyla tarihi yeniden canlandırıp güçlendirirken, liberalizm de olumsuz yönleriyle tarihi geride bırakıp, daha az çatışmanın olduğu hayali bir tarih inşa ediyor.

Putin, Ukrayna’nın Rusya’nın bir parçası olmak dışında bir varlığı olmadığını belirterek, savaşına tarihî bir gerekçe gösterdi. Çin, Tayvan’ı geri alma kararlılığını tarihle haklı gösteriyor ve Tayvan halkının kendi kaderini tayin hakkını reddediyor. İran’ın Bahreyn’e bakışı, Türkiye’nin Musul’a bakışı falan hep tarihî bakış açısı!

Öznel okumayla tarih, tehlikelidir. Çünkü ister milliyetçi ister dinî isterse her ikisi olsun, radikal hareketlerin ve partilerin kendi dinî ya da ulusal tasavvurlarına uygun hayalî bir gelecek inşa etmek için benimsedikleri kanaatler doğurur. Böylece dünya, güçlü olanın hâkim, zayıf olanınsa tâbi olduğu kanununun hüküm sürdüğü bir çatışma alanına dönüşecek ve Batı da bu kötü ortamdan muaf olmayacak.

Böylesine korkunç bir dünyayı arzu eder miyiz? Bundan kaçınmak için Batı’nın kendi değerlerini temsil etmesi ve çifte standarttan vazgeçmesi gerekir. Aksi takdirde gelecek çok kasvetli.