Hazım Sağıye
TT

İhmalle örtülmüş yankı uyandıran kuruluş trajedisi

Arap Maşrık (Levant) ülkelerinde birbiri ardına büyük trajediler yaşandı, ancak bu trajedilerin çoğu onunla bağlantılı veya ondan kaynaklanmış olsa da, tek bir kuruluş trajedisi kasıtlı olarak ihmal edildi.

İhmalin nedeni, milliyetçilerin ve sosyalistlerin Arap siyasi kültüründeki güçlü konumunun, ihmalin kendisini sömürgeciliğe karşı mücadeleye hizmet eden ve diğer tüm başarısızlık ve eksikliklerden yalnızca onu sorumlu tutan ilerici ve devrimci konumuna yükseltmesiydi. Sömürgeciliğin Filistin durumunda hâlâ dikkate alınması gereken bir unsur olduğu doğruysa, bu “analiz”i Arap ve Arap olmayan diğer vakalar için de geçerli saymak, karşılıksız bir bilgisizlik ile kötü niyetli ve kasıtlı bir ihmali birleştiriyordu.

Gerçek şu ki, yukarıda bahsedilen kuruluş trajedisi, tam olarak Maşrık vatanseverliğinin bir nevi içini boşaltan ve kazıyıp atan askeri darbedir. Aslında ayan ve eşrafın egemenliğinin sona ermesiyle (Mısır'da 1952, Irak'ta 1958 ve Suriye'de kesintili aşamalarda) Maşrık vatanseverliğinin bu çileyi çeşitli şekillerde yaşamaya başladığını söylemek mümkün. Sovyet faşist-komünist karışımının etkisi altında halklar, resmileşen ideolojilere göre vatanseverler ve hainler olarak ikiye bölünmeye başlandılar. Bu sadece popülist liderliğin yeniden canlandırılması için değil, aynı zamanda toplumu bölmek ve iç savaşlara hazırlamak için de erken dönemde uygulanan bir formüldü. Bugün, milislerin çoğalması ve yöneticilerinin halklarını katletmesi sahnesine dair bir okuma, “halkın dostları” ve “düşmanları” teorisinin temsil ettiği büyük ataya dönülmezse eksik kalır. Ancak özellikle 1956'dan sonra askeri darbelerin ve rejimlerinin Arap milliyetçiliği rengine bürünmesi nedeniyle, bu yeni kimlik üzerindeki çatışma vatanseverliği bölen başka bir unsur haline geldi. Mısır'da geniş vatansever kesimler ülkelerinin Arapçılığa yönlendirilmesine yönelik itirazlarını bastırmak zorunda kaldılar. Irak'ta Abdulkerim Kasım ile Abdusselam Arif arasındaki çatışma, bu çatışmanın mezhepçi öncülerle pekiştirildiğini çok açık bir şekilde ifade etti. Suriye'de mesele, içerideki Şam-Halep kutuplaşmasının beslediği Mısır-Irak kutuplaşmasına yol açan jeopolitik bir karaktere büründü.  Arap çevresinde ayan ve eşrafın egemenliğine paralel olarak nispeten istikrara kavuşan Lübnan'a gelince, Filistin direnişinin toprağındaki varlığının eşlik ettiği askeri yönetimlerin kendisine yansıması, kontrol edilmesi neredeyse imkansız hale gelen mezhepsel uyuşmazlıklarının patlaması şeklinde oldu. Rekabetin damga vurduğu milliyetçi-sol ittifakın yaptığı en kötü şey, anavatan ve somut çıkarları ile bağlantılı bir tasavvura dayanan vatanseverlik kavramını değiştirerek kendisini “emperyalizme karşı mücadele” ile eşdeğer haline getirmesiydi.

Öte yandan, vatanseverliğin içini boşaltma ve kazıyıp atma da başka biçimler aldı. Bağımsızlıkla birlikte mütevazı kurumlar ve siyasi gelenekler inşa etmeye veya kusurlu ve uyumsuz da olsa sömürge döneminden miras kalanlar kullanılmaya başlanmışken, askeri darbeler ve rejimleri, buradaki bir eksiklik, şuradaki bir yolsuzluk ya da adaletsizlik bahanesiyle bütün bunları yerle bir etme yoluna gittiler. Gerçek şu ki, eğer muhafazakar düşünce geleneklere ve onların rollerine güvenmekte aşırıya kaçıyorsa, bu durumda özellikle bizim gibi sağlamlık ve uyumdan yoksun, zayıf bir sosyal yapıya sahip ülkelerde, gelenekleri ortadan kaldırmak son derece tehlikeli olmaya devam edecektir.

Sovyetlerle ittifak askeri güvenlik rejiminin organik bir parçası olduğundan istihbarata ve keyfi yönetime itimadı da büyüdü. Halkların gerçek sorunlarını konuşmanın yerine teorik soyutlamayı yerleştiren fikirlerden etkilenmeye kapı sonuna kadar açıldı. Vatansever ve ilerici rejimler aynı zamanda yönettikleri toplumlara ilişkin her türlü ciddi ampirik bilgiyi engelledi. Bu bağlamda partiler, sendikalar, basın, kültürel yaşam ve sivil toplum faaliyetleri durduruldu veya kendilerine el konularak kamulaştırıldı. Bu rejimlerin modernleşmeyi yukarıdan dayatmaları, insanların hak ve menfaatlerinden bağımsız aydınlanmayı yaymaları, dahası teorik olarak olmasa da pratik olarak özgürlüğün tam tersi olan bir özgürleşmeyi teşvik etmeleri nedeniyle, halkın modernlik ve çağdaşlık ile bağı zayıfladı.

Aynı şekilde İsrail ile çatışma ve Filistin'in özgürleştirilmesi sloganı da gerçeklerle yüzleşmekten mükemmel bir kaçış sağlayarak rejimin askeri ve baskıcı yönünü pekiştirdi. Güvenlik rejimlerinin politikası, Abdunnasır'ın son iki yılı hariç, Filistin-İsrail anlaşmazlığının çözümünü zorlaştırmak ve çözümü olmayan bir soruna dönüştürmek üzerine kuruluydu. Bunun 1960'lı yıllara dayanan sayısız kanıtı olsa da, en ciddi kanıtları 1980'lerde Suriye rejiminin 17 Mayıs’ta imzalanan  Lübnan-İsrail anlaşmasını çökertmesinin ardından Ürdün-Filistin barış projesini de zorla çökertmesi ve kendisine suikast düzenlemesidir. Maşrık’ın güvenlik rejimlerinin solcu yanları ise, Humeyni İran'ı ve onun Lübnan, Irak ve Yemen'deki kolları kendisinden bunu miras almadan önce Avrupa'daki Yahudi karşıtı literatürü çevirme ve yayınlama faaliyetlerini yeniden canlandırmıştır.

Söz konusu rejim her ne kadar kelimenin tam anlamıyla totaliter olmasa da Hannah Arendt'in Nazi iktidarının biçimini ve örgütlenmesini benzetmek için bir metafor olarak kullandığı "soğan"dan farklı değildi. Burada lider merkezde yer alır ve baskısını, gücünü yukarıdan değil içeriden kullanır. Bu, ona kendisini çevreleyen yoldaşlarına karşı bir ayrıcalık, dış şoklara ve meydan okumalara karşı bir bağışıklık kazandırmasının yanı sıra yakınlaştırarak ve uzaklaştırarak başkaları ile oynama gücü verir.

Ancak bu deneyim ister içsel ister dışsal nedenler ile bir kez çürüdüğünde, devrimci deneyimin kendisi tarafından oluşturulan iki biçime dönüşür: milis gruplar ve yöneticinin, amansız bir yabancı işgalci gibi halkını öldürmesi ve ülkesini yerle bir etmesi. Böylece vatanseverlik aşağılandıktan sonra anavatanların kendisi feda edilir. Suriye bugün bu kötü teorinin işlediği en belirgin arenadır.