İsrail'de Filistinlilere karşı siyasi söylemlerinde DEAŞ’ın kullandığı sözcükleri kullanan, sivillerin ve çocukların öldürülmesini meşrulaştıran, ancak aynı zamanda modern demokratik siyasi sistemin bir parçası haline gelen, sistemin kurallarını ve iktidar değişimini kabul eden, mecliste temsilcileri, hükümette bakanları bulunan, hatta liderlerinden birini dünyanın kendisi ile çalışacağı, kendisi ile aynı fikirde olmasa, hatta onu eleştirse bile terörist olarak sınıflandırmayacağı bir başbakan olarak görebileceğimiz aşırı radikal partilerin var olması dikkate değer bir olgu.
Aynı zamanda Arap radikal güçler - özellikle de İslamcı olanlar - herhangi bir demokratik sisteme uyum sağlayamadılar, bu sisteme yönelik bir tehdit oluşturdular ya da önemli bir paradoks ile sistemi iktidara ebedi olarak yerleşmek için bir dayanak olarak gördüler.
Gerçek şu ki, kışkırtıcı ve ırkçı ideolojik yapısına rağmen radikalliğin İsrail’deki modern siyasi sistem içinde ehlileştirilmesi başarısı ile şiddet yanlısı radikal hareketlerin ve aşırı İslamcı grupların bir hukuk devleti inşa etmeye yönelik herhangi bir proje ile normalleşme veya entegre olma ya da modern ve demokratik bir siyasi sistemin inşasına katkıda bulunma konusundaki başarısızlığı arasındaki bu farklılığın nedenlerini tartışmak önemli. İsrail’in Yahudi DEAŞ’çıları ülkelerinin modern sisteminin bir parçasıydı, Arap Müslüman DEAŞ’çılar ise her türlü modern sivil sistemi yok etmeye çalıştılar.
Gerçek şu ki, bunun arkasında, bazıları Arap ve İsrail gerçeklikleri arasındaki siyasi ve kültürel bağlamdaki farklılıklar ile bağlantılı çeşitli nedenler var. İsrail, devletini yalnızca Yahudileri kapsayan demokratik bir sistem ve hukuk devleti üzerine kurdu. Yani İsrail devletinin kurucu babalarının üzerinde mutabakata vardığı kurallar, Yahudi halkı ile sınırlandırdıkları ve başka hiçbir halk için geçerli görmedikleri bir demokrasi ve hukuk devletiydi. Dolayısıyla Yahudi radikal partiler mevcut siyasi sistemin kontrolünü ele geçirdiklerinde Yahudiler tarafından oy birliği ile kabul edilmiş demokratik bir temel buldular ve ona saygı duymak zorunda kaldılar.
Arap dünyasında hukukun üstünlüğü konusunda mutabakat var ama çoğu ülkede uygulanmıyor, demokrasi ise tüm Arap ülkelerinde hâlâ tökezlemede, dahası kendisini aslında öncelik olarak görmeyenler var. Bu nedenle demokrasi değeri ve hukukun üstünlüğü ilkeleri Arap dünyasında kök salamadı ve radikal güçlerin bir bölümünü bile dizginleyebilecek kadar güçlü olamadı.
Demokrasi ve hukukun üstünlüğü, radikal grup ve partileri ehlileştirmenin temel koşullarından biri olarak kabul ediliyor. Bu ikisinin İsrail'in kuruluşunu destekleyen başlıca Avrupa deneyimlerinin temelini oluşturmaları, İsrail'de kurulan modern sivil sistemi destekleyen, sömürgeci tarihlerinde onunla aralarında benzerlikler bulan büyük güçlerin sistemlerine ‘yabancı’ olmadığı anlamına geliyor. Buna ek olarak, İsrail aşırı sağının Batı'da Avrupalı ve Amerikalı aşırı sağın temsil ettiği bir ‘kuzeni’ de var. İsrail’deki radikal sistemin Filistinlilere yaptığı gibi, onların öldürülmesi ve üzerlerine atom bombası atılması çağrısında bulunmasalar bile, bu ikisi de Araplardan ve Müslümanlardan nefret ediyorlar.
Evet, İsrail radikallerini ehlileştirmeyi, yani modern demokratik sistemin kurallarına göre yaşamalarını, rakipleri kazansa bile seçim kurallarına ve sonuçlarına saygı göstermelerini sağlamayı başardı. Ama bu sistem aynı zamanda radikal söylemi ehlileştirmeyi, yani kışkırtma, ırkçılık ve şiddeti azaltmayı ve daha ılımlı hale getirmeyi başaramadı.
Bu ehlileştirme yalnızca tek bir açıdan başarılı oldu, o da radikalliği modern sistemin bir parçası haline getirmek. Hatta radikallik bazen sistemin kendisi oldu, yani, DEAŞ’çı ifadeleri benimseyen bakanlar, üst düzey İsrailli yetkililer ve din adamları görüldü. Netanyahu’nun kendisi, Gazze'ye yönelik savaşını sürdürmeyi meşrulaştırmak için Yahudilerin ‘Yeşaya kehanetini’ kullandı ve "Biz ışığın çocuklarıyız, onlar ise karanlığın çocuklarıdır ve ışık karanlığa galip gelecektir" dedi.
Haham Manis Friedman ise şöyle demişti: "Onların kutsal yerlerini yok edin, erkeklerini, kadınlarını, çocuklarını ve hayvanlarını öldürün." Bunların, İsraillileri ‘bu yıkıcı Batı ahlakı yüzünden yenilgiden muzdarip milletler için yol gösterici bir ışık’ yapacak Tevrat değerleri olduklarını ve ‘Filistinlilerin kararlıklarından ve devam eden direnişlerinden kurtulmanın’ tek yolu olduğunu söylemişti.
İsrail'deki dini ve siyasi yönetim sisteminin söylemi bu tür DEAŞ’çı ifadeler ile dolu, ancak sembolleri ve liderleri DEAŞ mensupları gibi dağlarda ve mağaralarda yaşamıyorlar. Yabancı dil biliyorlar ve Batı’daki liberal ve sol hareketler onları eleştirse de oradaki meslektaşlarıyla görüşüyorlar.
Arap dünyasına gelince, biz radikal güçlerin söylemleriyle öyle meşgul olduk ki iki şeyi göz ardı ettik; birincisi, radikalliği dizginleyebilecek hukuk devletinin temsil ettiği bu modern sistemin yokluğu ya da zayıflığı. İkincisi ise radikal ve dini aşırılık yanlısı örgütlerin ideolojik yapısının, modernizmin değerlerini ve modern sivil devletin ilkelerini temelden reddettiği. Bu örgütler modern değerleri ve sivil devlet ilkelerini ya DEAŞ gibi küfür ya da Taliban gibi Allah’ın kanunlarına aykırı ve reddedilmesi gereken ilkeler veya Müslüman Kardeşler’in denediği gibi sadece iktidarı ele geçirmenin ve ebediyen orada kalmanın, mevcut devletin doğasını değiştirmenin bir aracı sayıyorlar.
Arap ve İslam dünyasında modern sivil devlet sistemi, Türkiye'de radikal değil muhafazakar bir parti olarak tanımlanabilecek Adalet ve Kalkınma Partisi örneğinde olduğu gibi, bizzat tarafların siyasal İslam akımlarına bağlı olmayı bıraktıkları durumlar dışında, radikalliği veya dini aşırıcılığı ehlileştirmeyi başaramadı.
Demokrasinin ve modernliğin kurallarını kabul eden ve henüz bunları yıkamayan İsrail'de radikalliği ehlileştirmek tek bir anlam taşımaya devam edecek. Zira bu kurallar, pek çok deneyimden farklı olarak, radikalliğini eğitmeyi başaramadı, tam aksine, öteki olan Filistinlilere veya Yahudi olmayanlara yönelik olduğu için onu derinleştirdi.