İsrail, yaklaşık altı aydır Gazze Şeridi'nde yıkıcı bir savaş yürütüyor. Savaş şu ana kadar çoğunluğu kadın ve çocuk olmak üzere yaklaşık 32 bin kişinin ölümüne neden oldu ve sayı her dakika artıyor. Aynı şekilde 50 bine yakın yaralı var ve yine sayı her dakika artıyor. Bunlara bir de büyük çaplı bir yıkımın ve benzeri görülmemiş bir açlığın görüntüleri ekleniyor. En tehlikelisi de tüm bunların canlı olarak yayınlanması; görüntüler tüm korkunçluğu ile her eve ulaşıyor. Bunun, bölge halkının tek bir ülkede ve bir bütün olarak bölgesel düzeyde neler olup bittiğine dair algısı ve bilinci üzerinde feci sonuçları bulunuyor. Daha da önemlisi, bunun devletlerin güvenliği ile bölgenin güvenliği, özellikle de Körfez bölgesinin güvenliği üzerindeki sonuçlarıdır. Zira Babul Mendeb'den Gazze'ye uzanan savaş, Hizbullah'tan Irak'taki Haşdi Şabi’ye çeşitli örgütler ve bölge ülkeleri arasındaki anlaşmazlıklarla kesişebilir.
Gazze savaşının bölgesel güvenliğe en önemli yansımalarından biri bölgesel güvenlik sisteminin Arap formunun açığa çıkmasıdır. Bu açığa çıkma ve farklı eksenler arasında bir rekabet gibi görünen görüş farklılığı, her bir ülkenin güvenlik çıkarları üzerinde doğrudan etkiye sahip. Devam eden dönüşümlerin ölçeği ve bunların bölgenin güvenliği üzerindeki potansiyel etkisi, şu anda ileri sürülenlerden daha derin bir anlayış gerektiriyor. Bu makalede sunabileceğim ve bir bütün olarak rahatsız edici olabilecek, çoğu Arap ülkesinin deklare ettiği politik çizgi ile bütünüyle çelişebilecek öneriler değil, çokça yaratıcılık ve zihin açıklığı gerektiriyor. Ancak zihinlerin odaklanması için bu krizde nasıl hareket edilebileceğine yönelik alternatif senaryolar sunmak da gerekiyor ki bunu bölgesel güvenliğin özelliklerinin çizilmesi açısından çok önemli görüyorum.
Birçok ülke, Gazze krizini siyasi özünden arındırılmış ya da sanki insani bir sorun, yanardağ patlaması, sel, fırtına gibi doğal afetlerin sonuçlarına benzer bir olay gibi görüyor. İnsani boyuta odaklanmak önemli ama mesele özünde siyasi ve hukuki bir mesele. Gazze'de yaşanan açlık ve soykırımın neden olduğu insani trajediye rağmen mesele insani bir mesele değil, temeli işgal altındaki bir halk ve toprak olan siyasi bir mesele. Sorunu insanileştirmeye yönelik çabamız bizi konunun siyasi, hukuki ve cezai yönlerinden uzaklaştırıyor ve işgalcinin suçundan sıyrılmasına olanak tanıyor. Biden yönetimi ile meselenin insani yanını, geçici ateşkesi, rehinelerin serbest bırakılmasını görüşmek bile bizi meselenin özünden uzaklaştırıyor. Nitekim ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken'in yedinci ziyaretinden sonra da yeni bir şey görmedik. Blinken’in denklemi aslında geçici ateşkes karşılığında rehinelerin serbest bırakılmasından ibaret. Gazze'deki ölüm ve yıkımın boyutu onu ilgilendirmiyor, önceliği rehineler ya da en azından kamuoyuna yaptığı açıklamalardan benim anladığım ve yorumladığım bu.
Blinken için Filistin meselesi bizim için olduğu gibi değil. Bizim için Filistin meselesi işgalci ile işgal altında olan arasındaki siyasi bir mesele. Devletinin sadece Yahudilere ait olmasını isteyen işgalci ile Nelson Mandela'nın başkanlığa gelmesinden önceki beyaz Güney Afrika'dakine benzer bir apartheid sistemini kabul etmeleri istenen geri kalanlar arasındaki siyasi bir mesele. Filistin meselesini insanileştirmek, uluslararası ve küresel destek elde etmek için bir araç olarak önemli, ancak Arap ülkelerinin üstlenmesi gereken siyasi ve hukuki bir süreç var ve bu nedenle bazı Arap ülkelerinin bugünlerde Güney Afrika'nın çağrısına katılmaları önemli. Keza meselenin hukuki boyutunun teyit edilmesi için Birleşmiş Milletler aracılığıyla harekete geçilmesi de önemli. Ayrıca bazı Arap ülkelerinin sahip oldukları baskı kartları ile tehdit etme veya tehdit imasında bulunma fırsatları da mevcut. Arap diplomasisi dişli olmalı.
Filistin sahnesinden geriye kalanları kurtarmak ve hem kendimizin hem de uluslararası toplumun bağımsız bir Filistin devleti çözümüne ulaşmasına yardımcı olmak için Güney Afrika'nın yaptığına benzer şekilde herkesin dikkatini çeken çeşitli eksenlerde hareket etmeliyiz.
Ayrıca Arap diplomasisine egemen bir referans olarak Arap Barış Girişimi'ne odaklanmalı ve ona geri dönmeliyiz. Zira kendisi, bir Arap uzlaşısını ve daha geniş bir bölgesel barış çerçevesinde neyin kabul edilebilir neyin kabul edilemez olduğunun sınırlarını temsil eden bir girişim. Bunun için de Arap diplomasisinin daha sert olması gerekir.
Bu da 11 Kasım 2023'te düzenlenen Riyad Zirvesi'nin sonuçlarına yeniden odaklanmak için bir mini zirve düzenlemeyi gerektirebilir. Zirvenin sonuçlarını yeniden netleştirmek ve onlara daha sert bir diplomasi için gerekli araçları sunmak, bizi Arap yaklaşımını netleştirmeye götürebilir. Gazze'deki savaşın sonu ile (Arap Barış Girişimi referansına dayanarak) ciddi bir Filistin-İsrail müzakere sürecinin yeniden başlatılmasını birbirine bağlayan, Filistin-İsrail çatışmasının nihai ve sürdürülebilir çözümü çerçevesinde bir Filistin devletinin kurulmasına öncülük eden açık bir sürece ulaştırabilir.
Rotayı düzeltmeye etkili bir şekilde katkıda bulunabilecek ve bu mini zirve için çağrıda bulunabilecek Mısır, Suudi Arabistan, BAE ve Ürdün gibi önemli ülkeler var.
İsrail'le ikili ilişkileri olan bazı ülkeler de İsrail ile ciddi bir stratejik diyalog içine girebilir ve İsrail'i Gazze halkına karşı yürüttüğü soykırım ve açlık savaşının feci sonuçları konusunda uyarabilirler.
Bana göre bunlar, hayal edebileceğimizin veya tahmin edebileceğimizin ötesine geçebilecek bir krizin koşulları altında ve bölgesel güvenliğe yönelik net bir vizyonun yokluğunda, kurtarılabilecekleri kurtarmak için yapılabileceklerden bazılarıdır.