Hazım Sağıye
TT

İran doğruyu söylediğinde biz onu yalanlıyoruz!

“Siyonistlerin ayakları altındaki zemini sallamak” ve “işgalin yapısını sarsmak” vb. oynak ifadelerden izole olarak, İran’ın konsolosluğunun bombalanmasına yanıtı iki yorum arasında kalıyor:

* Ya İran'ı yanıt vermeyi seçtiği konumdan daha kötü bir duruma sokan, kazanımları ve sonuçları kıt olan, saldırısının ve savunmasının askeri ivmesinin düşük ile yüksek olmasının başarısızlıkla sonuçlanmasında eşit olduğunu vurgulayan başarısız bir askerî harekâttı. Tahran'ın Ortadoğu semalarında ateşlerle güzel bir görüntü çizebildiği doğru olsa da bildiğimiz kadarıyla güzellik ve estetik, tıpkı İran yöneticilerinin en son düşündükleri şey olduğu gibi, burada da konumuz değil.

* Ya da Humeyni rejiminin üst düzey yetkililerinin ve askeri sorumlularının söylediklerinden de anlaşılacağı üzere, bu başarısızlık planlı ve kasıtlıydı. Öyle ki askeri operasyonların sona erdiği duyurusu neredeyse operasyonlar daha başlamadan önce yapılmış görünüyordu. Hatta “vur kaç” ilkesi bile, hiç saldırmamayı tercih eden İran'ın davranışı için geçerli değildi. Gerçek şu ki, bahsettiğimiz yetkililer, operasyonlarda ABD ve bölgedeki komşularının hedeflenmediğini, hatta hava operasyonları ve detayları hakkında kendilerini bilgilendirdiklerini doğruladılar. Ayrıca çatışmaların yayılmasını, bir savaş çıkmasını ve kendisini kontrol etme gücünü kaybetmeyi önlemek için coğrafi olarak İsrail'e en yakın kollarını göreve dahil etmediklerini de vurguladılar. Dahası güvence vermekte daha da ileri giderek, "Siyonist düşmanın" "ekonomik ve sivil bölgelerini" hedef almadıklarının ve saldırılarının kayda değer hiçbir şeyi vurmayacak kadar "dakik" olduğunun altını çizdiler. Böylece odak noktası hızlıca hiç yaşanmamış gibi görünen bir olaydan, herkesin gerçekleşmesinden korktuğu bir olaya, yani İsrail'in vereceği yanıta kaydı. Diğer yandan İbrani devletine yardım eden ülkeleri eleştirmek ise İran'ın, bu ülkeleri İbrani devletine yardım etmeye çağırıyormuş gibi davrandığı sürece tüm anlamını yitiriyor.

Gerçek şu ki, iki yorum tek bir sonuçta buluşuyor; İran'ın başarısız olması ya da kendi kendisini başarısızlığa uğratması, elbette İran'a bağlı olanların ona atfettikleri bir yana, İsrail'in Gazze halkına uyguladığı soykırıma varan katliama rağmen, savaşa girmek istemediği anlamına geliyor. Bazıları Gazze'den izole bir şekilde ve İsrail’le çatışması bağlamında savaştığını söylese de bu bağlam içinde dahi böyle bir değerlendirmenin abartılı olduğu ortada. Çünkü bu bağlamda bile “itibarını koruma”nın ötesinde bir mücadele vermedi.

Savaşı istememek, ekonomik çöküş, teknik tükenme ve iç koşullar yükünü taşıyan sahibi için meşru bir haktır. Yeter ki buna İran'ın yaptıkları, yani kendi bölgesindeki savaş eğilimlerini finanse etmesi ve başkalarını savaşa kışkırtması eşlik etmesin.

Liderlik yapan ve himaye eden, kendisi savaşmadan askerlerini sonsuza kadar savaşa itemez. Yahut böyle bir zaferin sonuçlarından korktuğu için savaşının ardından bir zafer elde etmek istemeden askerlerini savaşa sürükleyemez.

Kendisinin gönülsüz olduğu bir kahramanlığı göstermeye askerlerini iten ve zorlayan bir subay denklemi, son derece nefret uyandırıcı ve her türlü askeri bilgiden yoksun bir denklemdir. Bölgemizde muhtemelen bu denklemin işletilmesine olanak tanıyan pek çok neden var. İsrail'in Filistinlilere karşı işlediği suçlar ve yaşattığı acılar da bunlar arasında yer alıyor. Zira bunlar, İran'ın geleneksel iddialarının geniş çapta kabul görmesi için bir temel oluşturdu. Ancak en güçlü neden, ön planında belirli bir zafer kavramının yer aldığı bir tür siyasi kültürdür.

Biz ezici bir yenilgiye uğramadığımızda bunu bir zafer sayarız. Bunu ezici bir zafer elde edemedikleri zaman yenildiklerine inanan kibirli İsraillilerle ilgili efsanelerimizi pekiştiren bir şey olarak görürüz. İsrail'in ekonomisinde ve imajında ​​gerçek ve büyük kayıplar yaşadığı bugün, gökyüzündeki birkaç ışık, İbrani devletinin yoğun ölüm, işgal, açlık ve yerinden etme konusunda aşırıya kaçmasını bize unutturan büyük bir tarihi atılım gerçekleştirdiğimizi göstermeye yetiyor. Biz tüm bunları kayıplar ve kazançlar kategorisine dahil etmiyoruz.

Böyle bir bilinç içerisinde, görüntüye hâkim olan bulanıklıktan ve görüntünün bulanıklığa, bulanıklığın görüntüye dönüşmesinden dolayı bir hesaplaşma imkansızdır.

Peki, bu inanılmaza inanma kapasitesi tüm yaşananlardan sonra da devam edecek mi?

Doğrusunu söylemek gerekirse, İran bu sefer bize yalan söylemedi. Bölgesel barış konusundaki hamasetine ilişkin iddiasının ciddiye alınamayacağı doğru olsa da bu, daha ziyade onun çeşitli şekillerde söylediği dürüst gerçeği bir tür aldatma ile söylemekti. O gerçek de İran’ın savaşmak istemediğidir. Ama aramızda yalan söylemediğinde İran'ı yalanlama noktasına varacak kadar istekli olanlar da var. Zihnimizin vahşi atından inmekte inat etmesi, bir göz işareti ile zafer ilan ederken, bir diğer işaret ile dünyanın sonunu duyurması, burnunun dibinde, gözünün önünde olup bitenlere aldırış etmeden, bu yolda devam etmesi yeterince acı vericidir.

Bütün bunlar derin bir üzüntüye neden olmaktadır.