Hüda Huseyni
Lübnanlı gazeteci-yazar ve siyasi analist
TT

Lübnan ABD ile İran arasında bir kavşak noktasıdır!

Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah'ın geçtiğimiz nisan ayında Kudüs Gücü Komutanı İsmail Kaani ile yaptığı görüşmeyi hatırlayalım. Kaani, İran Dini Lideri'nin ne kadar sert olursa olsun, İsrail'in gerilimi yükseltme adımlarına yanıt verilmemesi yönündeki direktiflerini ve İran'ın güney Lübnan’da Hizbullah'ın vereceği bir karşılık ile alevlenebilecek bölgesel bir savaşla hiçbir ilgisinin olmayacağı bilgisini Nasrallah’a iletmişti. Şii İkilisinin liderliğine yakın kaynaklar, Nasrallah'ın görüş ayrılığına rağmen Dini Lider'in direktiflerini kabul ettiği yönünde haberler paylaştı. Bu kaynaklara göre Nasrallah Kaani’ye, Hayfa ve ötesini vurarak karşılık verme vaadinde bulunduktan sonra, karşılık vermemesinin genel olarak Lübnanlılara, özel olarak da kuluçka merkezine ve Arap dünyasındaki destekçilerine karşı güvenilirliğini tehlikeye atacağını söyledi. Buna ek olarak, Hizbullah’ın silahını meşrulaştırmak için her zaman İsrail’e karşı caydırıcı olduğu gerekçesini kullandığını belirtti. Kaani, bunun İslam Cumhuriyeti'ni ilgilendirmediğini, daha ziyade kitlesinin ve halkının işlerini yönetmesi gereken Nasrallah'ın meselesi olduğunu kesin bir dille söyledi ve İran'ın güney Lübnan'daki herhangi bir askeri gerilimden kendisini uzak tutacağı konusunda uyarıda bulundu. Nasrallah, Hizbullah'ın da tugaylarından biri olduğu Kudüs Gücü Komutanının sert konuşma tarzına itiraz etti ve görüşme, iki taraf arasındaki gerginlikle sona erdi. Hizbullah Genel Sekreteri iki aydan fazla bir süre boyunca olağan televizyon konuşmalarını yapmaktan kaçınarak sessiz kaldı. Bu sırada pek çok kişi yokluğunun nedenlerini merak etti ve bazıları Nasrallah'ın sağlık durumunun hassas olduğunu söyleyecek kadar ileri gitti. Bu elbette doğru değildi.

Kaani'nin ziyaretini, merhum İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan'ın Beyrut'a yaptığı iki ziyaret izledi ve Dini Lider'in isteği üzerine Nasrallah ile görüştü. Havayı yumuşatma ve İran ile Hizbullah’ın bakış açılarını yakınlaştırma çabaları başarılı oldu. Nasrallah yeniden görünmeye, İsrail'in güney Lübnan'a yönelik saldırılarının vahşetine vaat edilen karşılığın verilmemesinin gerekçesi olarak stratejik sabır, sabır ve sağgörü sözlerini tekrarlamaya başladı. Hem de fosfor bombaları ile köylerin tamamının yerle bir edilmesine, Hizbullah’ın yüzlerce saha sorumlusunun öldürülmesine ve on binlerce güney Lübnan sakininin kuzeye göç etmek zorunda kalmasına rağmen.

İran'ın Lübnan'da ne istediğine dair sorular arttıkça, İslam Cumhuriyeti'nin Lübnan'ı ve halkını umursamadan ülkeyi kendi çıkarları için kullandığı bir posta kutusundan ibaret gördüğü açıkça görülüyor. Tıpkı deniz sınırlarının belirlenmesini onaylamasının karşılığını alması, yani Batı bankalarında dondurulmuş birkaç milyar dolarının serbest bırakılması gibi, Hizbullah'ın karşılık vermemesini ve bölgeyi ateşe atmamamsın da ABD ile müzakerelerinde kullandığı kartlara eklemeye çalışıyor. Bu arada Lübnan topraklarının fosfor bombalarıyla yanmasına, halkının ölüme, yoksulluğa, zorla göçe maruz kalmasına bir itirazı yok. Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi ve aniden Lübnan'ı ziyaret eden ve peş peşe görüşmeler yapan Dışişleri Bakanı Abdullahiyan'ın ölümleriyle İran'ın Lübnan'a yönelik politikası değişmeyecek. Garip olan şu ki, sanki İran Lübnan'ı bağımsız, egemen bir devlet olarak görmüyormuş gibi, Sayın Abdullahiyan'ın kendisiyle görüşmek istediği hiçbir Lübnanlı yetkilinin bir kez bile korona virüsüne yakalanıp onunla görüşmemesi gibi bir şeyin hiç yaşanmamış olmasıdır. Bu meydan okuyucu üslup, henüz cumhurbaşkanı adayları belirlenmeden önce ilk ziyaretini Lübnan'a yapan Dışişleri Bakan Vekili Ali Bakiri Kani ile de devam etti. Kani, Lübnanlılar daha uykularından uyanmadan önce onlara İran'ın Lübnan ile ilişkilerinin öneminden daha önemli bir şey olmadığını iletti. Bu nedenle Lübnan hem İran'ın hem de İsrail'in kararıyla aralarındaki yıpratma savaşının arenası olarak kalacak ve aynı zamanda "her iki taraf da gerilimi tırmandırmamayı sürdürecek." İsrail'in Şam'daki büyükelçiliğine yönelik saldırısına İran'ın verdiği yanıtın bile bir göz boyama girişiminden başka bir şey olmadığı dikkatleri çekti. Zira İsrail tarafında herhangi bir kayıp yaşanmadı ve hiçbir tesis veya altyapı zarar görmedi. Bu arada, İran’ın kollarının borazanları, İran'ın zaferi ve füzeleri hakkındaki yanılsamaları yayıyorlardı. İran bu karşılıkla yetindi ve Şam'daki konsoloslukta ölenlere Allah'tan rahmet dilendi. Tahran, konsolosluk meselesini de İsrail'e en az zararla kapattığı için ABD'ye gidip ödülünü isteyecek.

Ayrıca direniş eksenini desteklemesine, Hamas hareketini benimsemesine ve Reisi’nin cenaze töreninde İsmail Heniyye'ye ön sıralarda yer vermesine rağmen hiçbir İranlı yetkili, binlercesi öldürülen Gazze halkı için intikam almakla tehdit etmedi. Ancak geçen hafta üst düzey bir İranlı yetkili, İsrail'in kuzey Halep kırsalına yönelik bombardımanları sırasında askeri danışmanı Said Abyar'ın öldürülmesine misilleme olarak İsrail'i vurmakla tehdit etti.

İslam Cumhuriyeti kurulduğu günden bu yana böyle, kelimenin tam anlamıyla takiye ve siyasi Makyavelciliğe dayalı bir devlet. Deniz koridorlarını kapatmak için Husileri destekliyor ve silahlandırıyor. Lübnan ve Suriye'deki nüfuzunu genişletmek amacıyla Lübnan'da Hizbullah’ı kurdu. Kudüs Gücü bile İran'ın bölgedeki nüfuzunu genişletmeye çalıştığı kadar Kudüs’ü kurtarmaya çalışmadı. Peki, İran nüfuzunun, nüfuz ettiği her yerde, halklara iyilik, ilerleme ve refah getirdiğine hâlâ inananlar var mı? Bu yüzden, İslam Cumhuriyeti'nin bir sonraki cumhurbaşkanı olarak kim seçilirse seçilsin, rejimin yurtiçinde ve dışındaki baskıcı davranışlarını değiştiremeyecek. Ne kadar "ılımlı" olursa olsun, reforme edilemez görünen bir liderliğin ve sistemin kısıtlamalarına bağlı kalacaktır. İçeriden İran aleyhine döndüklerinde vekil askeri eylemlerin ve silahlandırmaların ne yapacağını bekleyip görelim.