İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Washington-Tahran ilişkileri bölgenin yakın geleceğini anlamak için bir temel oluşturuyor

Bugün Lübnan'da, tıpkı Suriye'de ve işgal altındaki Filistin topraklarında olduğu gibi, birçok hipotez ve daha da fazla beklenti var. Veriler tuhaf ama sahadaki çıktıları daha da tuhaf.

Ekonomik ve geçim krizlerinin ağırlığı altında inleyen ve – sözde de olsa- yönetimin tepe noktasında bir anayasal boşluk yaşayan Lübnanlıların, gözleri ve kalpleri “güney” cephesindeki yeniliklerde, Hizbullah'ın diplomatik "cephaneliğinin" onlar için sakladıklarında.

Batılı bir heyetin gelmesi, bir diğerinin çantasını toplayıp gitmesi ve hiçbir çözümün olmamasından kaynaklanan hayal kırıklığı arasında, siyasetçilerinin artık kendisi için külfetli misafirlere dönüştüğü ve kararları kendi topraklarının dışında alınan, pratik olarak "işgal altındaki bir ülke" haline gelen bu ülkede durum daha da kötüleşiyor.

Hizbullah'ın, İsrail ile olan güney sınır cephesini ateşe verme bahanesi, Gazze Şeridi'nin sahne olduğu savaş ile koordinasyon ve dayanışma içinde bir "destek" misyonu yürütmek. Evet, Hizbullah'ın işgali sonucu anayasal bir yönetimden mahrum bırakılan Lübnan'da, meşru ama aciz ve aciz bırakılmış Filistin Otoritesinden uzak, Hamas hareketi tarafından yönetilen Gazze Şeridi'ne “destek” misyonu devam ediyor.

İsrail'in yerinden edici ve işgalci saldırganlığının oluşturduğu arka plan karşısında ve fiilen iki meşru otorite dışındaki "fiili güçler" tarafından yönetilen iki Arap bölgesi üzerinde dönen çatışmaların ortasında, önümüze, bölgenin yönetimi konusunda ABD ve İsrail ile kendince “ortaklık müzakereleri” yürüten bölgesel güç olan İran çıkıyor. Bu “saha müzakeresi” yöntemi, 1980'lerden bu yana İran liderliği tarafından ustalıkla kullanılıyor.

Öte yandan, Irak-İran savaşının ardından, ateşli söylemlere ve doğrudan tehditlere rağmen, Tahran kampı ile Washington-Tel Aviv kampı arasında dikkate değer bir “örtük uzlaşı” ve “ortak öncelikler” durumu doğdu.

Hatta her iki yöndeki sözlü tehditlerin hiddeti arttıkça Tahran, Arap dünyası içindeki nüfuz çemberini - hatta fiili işgalini - giderek genişletiyordu. Öyle ki güvenlik liderlerinden bazıları ülkelerinin dört başkenti kontrol ettiğini deklare edecek kadar kendilerine güven duymaya başladılar ve bu konuda kesinlikle haklıydılar!

Hatırladığımız üzere Lübnan, Irak, Suriye ve Yemen'e doğru olan bu genişleme aniden ya da Amerikalı ve İsrailli politika ve savaş planlayıcılarının gözünden kaçacak bir biçimde gerçekleşmedi. Tam aksine, her aşamada ABD-İsrail'in “kolaylaştırıcılığı” olmasaydı gerçekleşmezdi.

Filistinlilerin silahlı varlığı bahanesiyle İsrail'in 1982'de Beyrut'u ve Lübnan'ın yarısını işgal etmesine izin verildi. Bu işgal ancak 2000 yılında Hizbullah'ın doğuşu ile sona erdi, Şubat 2005'ten sonra ise Lübnan'ın kontrolü kendisine verildi.

Saddam Hüseyin'in var olmayan nükleer silahları bahanesiyle ABD Irak'ı işgal etti. İşgal altındaki Bağdat'taki dumanlar dağılmadan önce Mollaların müttefikleri, iktidarı ele geçirmek ve Irak topraklarını Velayet-i Fakih’e eklemek için İran'daki sürgünlerinden döndüler.

DEAŞ ile mücadele sloganı altında Tahran'ın müttefiki, İsrail ile normalleşme karşıtı Suriye rejimi rehabilite edildi ve Washington ile Batılı başkentler Suriye'de yaşananlara göz yumdu. Barack Obama'nın belirlediği "kırmızı çizgiler" buharlaştı. Donald Trump'ın Şam rejiminin liderlerine, Amerikan kuvvetlerinin Suriye topraklarındaki varlığının amacının DEAŞ ile savaşmaktan başka bir şey olmadığı konusunda güvence vermesi de çok uzun sürmedi.

Son olarak, uluslararası otoriteler Husilerin Yemen'i ele geçirmesini ne Yemen dokusuna, ne komşu ülkelere, ne de uluslararası sulardaki seyrüsefer özgürlüğüne yönelik bir tehdit olarak görmediler.

Bu sicil bölgedeki siyasi ve askeri gelişmeleri takip eden herkes tarafından biliniyor. Ayrıca bir yandan ABD-Rusya ilişkilerinin, diğer yandan Rusya-İran ilişkilerinin sorunlarını da biliyor.

Hiç şüphe yok ki Ukrayna savaşı Ortadoğu bölgesine de etkileri olan yeni bir uluslararası gerçeklik yarattı. Buna ilaveten Çin ve Hindistan'ın büyüyen rollerinin ve bölge üzerinden batıya doğru uzanma hırslarının da yansımaları var. Arap tarafların Likud'u zayıflatma ve radikalizme oynadığı bahsi boşa çıkarma umuduyla normalleşme seçeneğine yönelmelerine rağmen, İsrail'in barıştan kaçışı hızlandı.

Bu ortamda Tahran, bölgesel rolünü hatırlatmak ve etkili bir siyasi, askeri ve petrol oyuncusu olarak çıkarlarının üstünden atlanılmasını reddettiğini vurgulamak için uygun fırsatı buldu.

Böylece, kendi deyimiyle "stratejik müttefikleri", Batı'nın deyimiyle "Tahran'ın kolları" aracılığıyla harekete geçme süreci geçen yıl 7 Ekim'de başladı. Ne yazık ki operasyon, İsrail'in en kötü, barışa ve Araplara en düşman lideri Binyamin Netanyahu'nun da amaçlarına hizmet etti. Washington'un başkanlık seçimi yarışına girmesi, Avrupa ve Hindistan'da yükselen aşırı sağın popülaritesinin artması ve Ukrayna nedeniyle Rusya ile yaşanan krizin yoğunlaşmasıyla birlikte işgal altındaki Filistin topraklarında korkunç insani acılara neden oldu.

Tahran kampı ile Washington-Tel Aviv kampı arasındaki "örtülü uzlaşı" ve "ortak öncelikler" döneminin artık kapandığını ve bittiğini söyleyenler var ve bu da, Tahran'ın "saha müzakeresi" sürecini sürdürmesinin tehlikeli bir risk haline geldiği anlamına geliyor.

Ancak öte yandan, Washington ve Tel Aviv'in, İran liderliğinin, bölgesel nüfuzunu güçlü bir konumdan müzakere etmek için yeterli oyun kartlarına sahip olduğuna hâlâ inandığı kanaatine vardığını düşünenler de var. Ayrıca Gazze savaşının İsrail'in Batı'nın lojistik desteğine tam ve sürekli bağımlılığını kanıtladığına, aynı şekilde pek çok kişinin mevcut sağcı liderlik ile barışa ulaşma olasılığına yönelik güveninin azalmasından yararlanarak, Tahran'ın kollarının sorun, karmaşa ve bölgesel gerginliğe neden olma gücüne sahip olduğunu gösterdiğine de inananlar var.