Sam Mensa
TT

Kaçırılan rehinelerden kaçırılan bölgeye

Binyamin Netanyahu İsrail'in kendisini, Filistin'i, Lübnan'ı ve belki de Suriye'yi kaçırmakla yetinmedi, Gazze savaşını bitirmeden tüm bölgeyi istemediği bir yere kaçırmaya karar verdi. Bir yıl önce bölgesel meseleleri takip eden gözlemci ve uzmanların hiçbirinin aklına İsrail'in Tahran'ın kalbine ulaşacağı ve önde gelen bir Filistinli şahsiyete suikast düzenleyebileceği gelmezdi. Geçmişte İran'da birçok suikast ve sabotaj operasyonu gerçekleştirebildi. Ancak bu operasyon farklı, çünkü İran'a yönelik devam eden bir gerilim bağlamında ve artık Hamas ve onun Filistin, Lübnan ve Suriye'deki liderleriyle sınırlı değil. Hamas hareketinin Siyasi Büro Başkanı İsmail Heniyye'nin öldürülmesinden yedi saat önce İsrail, Beyrut'un güney banliyösünün kalbinde, Hizbullah'ın sembollerinden biri olarak kabul edilen, 1983'te Beyrut'taki ABD Deniz Piyadeleri kışlasına düzenlenen bombalı saldırının planlamasında çok önemli bir rol oynayan, önde gelen bir liderine, Fuad Şükür’e suikast düzenledi. Aylar önce aynı bölgede Hamas lideri Salih el-Aruri'ye suikast düzenlenmişti.

Gerilimin zamanlamasını ve türünü göz ardı etmek zor, çünkü Washington'a yaptığı son ziyaret sırasında Kongre'de yaptığı konuşmanın ardından bekleniyordu. Netanyahu'nun güçlü bir şekilde alkışlanması, hedeflerini gölgelemedi. Netanyahu, açık ve net bir şekilde müzakere ya da ateşkes olmayacağını, bunun yerine Hamas’ın ortadan kaldırılması ve bir bütün olarak Batı'yı savunmak için başını İran’ın çektiği terör ekseni olarak adlandırdığı şeye karşı savaşın sürdürülmesinde ısrarcı olacağını duyurdu. ABD’nin düşmanlarını İsrail'in düşmanları olarak gördü, savaşlarının bir olduğunu ve ABD'nin İsrail'e verdiği desteğin, bizzat kendisine verdiği destek olduğunu söyledi.

Netanyahu, birbirini tamamlayan iki ana nedenden ötürü, Başkan Joe Biden'ın görev süresinin geri kalanında gerilimi artırmaya kararlı olarak Washington'dan döndü. Birinci neden, eski Başkan Donald Trump'ın görev süresi boyunca savaş istemediğini ve kazanması durumunda (Trump) iktidara gelmeden önce savaşları bitirmesi gerektiğini bilmesi. İkincisi, Demokrat aday Kamala Harris'in Biden'ın çekilmesinin ardından kazanma şansının artması, kampanyasının rekor sürede eşi benzeri görülmemiş bir ivme kazanarak partiyi kafa karışıklığından kurtarması. Elbette Harris’in İsrail ve Filistinliler konusundaki tutumu Trump’ın tutumundan farklı olacak ve aynı zamanda Biden'ın da bir kopyası olmayacak. Netanyahu'nun Harris ile başa çıkma görevi, Trump ve Biden ile başa çıkmasından daha zor olabilir. En önemlisi ise Kongre'de sıcak karşılanmasına rağmen ikili görüşmeleri ve kamuoyu eğilimleri, Amerikan yelpazesinin onu karşılama konusunda birlik olmadığını kanıtladı.

Netanyahu, savaşı sürdürme ve İran'ı da kapsayacak şekilde genişletme niyeti konusunda hiçbir şüpheye yer bırakmadı. Nedeni de savaşın siyasi ve kişisel olarak kendi lehine sonuçlanacağına, askeri ve siyasi eylemlerin önceliğini rehinelerin güvenliği ve geri dönüşleri değil de Hamas'ın yok edilmesi olarak belirlediği için kendisine karşı öfkeli, bölünmüş ve kaynayan İsrail içinde yüzleştiklerinden onu kurtaracağına inanması. Netanyahu, Washington olmadan böyle bir savaşı yürütemez, ancak ister Trump çevresindeki aşırı Siyonistler ister Biden ve Harris çevresindeki aşırı sol liberaller arasında olsun, ABD'nin bu savaşa katılımını destekleyecek kimseyi bulamayacağının farkında. Bu nedenle ABD’yi iradesi dışında savaşa sürüklemeye çalıştığını görüyoruz. Baskı ne kadar yoğun olursa olsun Netanyahu'nun pervasızlığı ABD’nin çıkarları için gerçek bir tehlike oluşturacak beklenmedik boyutlara ulaşmadıkça, Washington bu savaşın içine çekilmeyecek. Son derece zeki, kendi çıkarlarını ülkesinin çıkarlarının üstünde tutan, son derece zalim ve hiçbir taraftan masum kurbanları hesaba katmayan Netanyahu'nun umutsuzluğa düşmüş birinin pervasızlığıyla bir şey yapmasından korkuluyor. Nitekim işte Roma müzakerelerini baltalıyor, Heniyye ve Şükür'e suikast düzenleyerek, Beyrut banliyösünü bombalayarak, Hizbullah ve İran ile arasındaki angajman kurallarını değiştiriyor.

Öte yandan İran da doğrudan bir savaş istemiyor ve Gazze’de, Suriye’de, Lübnan'da, Yemen'de Husiler ve Irak’ta bazı müttefik milis gruplarla yaşananlara benzer şekilde küçük, kontrol altına alınabilir vekâlet savaşlarından daha memnun. Buradaki ikilem, İsrail'in gerilimin derecesini her geçen gün artırması ve Hizbullah'ın neredeyse her gün maruz kaldığı saldırılara yanıt vermekten kaçınmasının artık mümkün olmaması. Aynı şekilde stratejik sabrına güvenen İran da egemenliğini bu kadar bariz bir şekilde ihlal etmekte çok ileriye giden provokasyonları artık daha fazla sindiremez. Verilen karşılık ve buna yapılan misilleme arasında bölge bir yanardağının ağzında duruyor.

7 Ekim saldırısından sonra genel olarak İsrail kamuoyunun, Netanyahu hükümeti ve onu çevreleyen çevrenin saldırıdan önceki duruma dönmesi artık mümkün değil. İsrailliler Gazze'de Hamas'ı askeri olarak ortadan kaldırsalar bile, Lübnan'da Hizbullah'ın varlığını kabullenemezler. Amerikalıların ve genel olarak Batı'nın dolaşıma soktuğu (tadil edilmiş) 1701 sayılı BM kararı gibi çözümler artık onlar tarafından kabul edilebilir değil. İsrail-Netanyahu için çıkış yolu askeri harekattır, bu da şiddetin ivmesinin artacağı anlamına geliyor. İsrail ile İran arasında ABD’nin dahil olmadığı doğrudan bir savaşın imkânsız olduğu bir ortamda, Lübnan ve belki de Suriye'nin bir kısmı bu alternatif savaşa aday arena ve Netanyahu'nun savaşı uzatmak için bir başkasını bulamayacağı çıkış noktası olacak. Hizbullah ile kapsamlı siyasi uzlaşı, yani kaçırılan bölgenin ulaştığı durumdan Lübnan'ı, Filistin'i ve İsrail'i kurtaracak bir ABD-İran-İsrail anlaşması, Netanyahu'dan başka bir figür gerektiriyor. Bu durumda dizginlerini koparmış Netanyahu ile anlaşma mümkün olabilir mi?