Hazım Sağıye
TT

Siyasetin olası yok oluşu…

İki lanetli günün üzerinden bir yıl geçti ve olup bitenlerle ilgili tek bir ciddi ve derinlemesine gözden geçirme duyulmadı. İki operasyonun sorumluları nerede hata yaptı? Bunlardan kaçınılabilir miydi? Bu ikisinden sonra ne yapmalı? Geri çekilip felaketi geldiği noktada durdurmanın bir yolu var mı? Böyle bir sessizlik sadece ölülerin özelliklerinden biridir.

Ancak daha kötü olan, hatta aydınlardan daha kötü olan, Hamas ve Hizbullah’ın hâlâ zaferi vurgulamaları ve mücadeleyi sürdürmeden bahsederek övünmeleridir. Dahası Hizbullah gerçeklik ve trajedi ile yüzleşmeye biraz hazır göründüğünde, İranlı Bakan bizi ziyaret ederek durumun bundan daha iyi olamayacağını müjdeledi.

Gerçek şu ki Filistinliler ve Lübnanlıların kendisine ihtiyaç duydukları siyaset, geçen yılın en önemli kurbanları arasında yer alıyor.

Zira İsrail de yanıt olarak saf güç doktrinini ya da ayrım yapmadan öldürme, yıkma ve yerinden etmeye dayanan siyaseti reddeden güç dinini seçti. Netanyahu liderliğinde ve dini partilerin ortaklığında, tıpkı “Filistin devleti” gibi “ertesi gün” de bir tabu haline geldi. Öte yandan, iki operasyon nedeniyle artık kendisini güvensiz hisseden İsrail kamuoyu da bu eğilimleri destekliyor ve daha fazlasını talep ediyor.

Böylece doksanlı yılların ortalarında Oslo'nun başlattığı barış projesine tepki olarak başlayan gerileme sürecinde doruğa ulaşıldı. İki karşıt taraf, İsrail'deki milliyetçi ve dini sağ ile Arap Maşrık (Levant) bölgesi ve İran'daki İslami ve güvenlik  kampı, ​​barışı öldürme konusunda anlaştı.

Ancak bunun da ötesinde Batı Şeria ve Kudüs'teki Yahudi yerleşimciliği İsrail yayılmacılığının siyaseti engelleyen bir ifadesi haline geldi. Şimdi ve öngörülebilir gelecekte yeniden canlanan Netanyahu liderliği ve hem fiili hem de potansiyel yerleşim faaliyetleri bu politikayı baskı altına alacaktır. Mevcut savaş durumunun ve bunun çatışmanın her iki tarafı üzerindeki psikolojik etkilerindense bahsetmiyoruz bile. Bunlara bir de Gazze ve Güney Lübnan’da şartların nasıl istikrara kavuşacağı eklendiğinde, korkuların giderilmesi ve siyasete bahis oynayanların bahislerinin desteklenmesi pek mümkün görünmüyor.

Bize gelince, özellikle Gazze ve Lübnan'da büyük acılara fırsatlar da eşlik ediyor ve bunların nasıl ele alınacağı belli değil. Tarihsel kanıtlar çekingen olmamızı destekliyor.  Bize ölmeyi tavsiye eden İran imparatorluğunun bir çatırdama yaşadığı doğru. Direniş güçlerine indirilen darbelerle birlikte, ister direniş yoluyla ister başka türlü olsun, çatışmanın şiddet yoluyla çözümüne dair teoriler sarsılıyor. Ancak bu tür darbeler 1967'den bu yana art arda yaşanıyor ve uzlaşmacı çözümleri reddeden ve doğru ya da yanlış “tam kurtuluş” çağrılarını benimseyen rejimleri ve örgütleri etkiliyor. Nitekim 1967 yılında Nasırcılık ile Baas Partisi'nin canını yakacak bir yenilgi yaşandı. 1973'te, siyasetin değil savaşların, “tam kurtuluş” sağlayacağı fikri bir başka başarısızlıkla karşılaştı. Enver Sedat siyaseti seçerken, Hafız Esed “tam kurtuluş” terimini tercih etti ve bu da Maşrık bölgesini iç savaşların ve milis grupların kontrolünün yuvası haline getirdi. Bundan sonra 1982 yılında Filistinli olmayan silahlı direniş fikri yenilgiye uğratıldı. 2003 yılında Saddam Hüseyin'in devrilmesiyle birlikte güvenlik ve askeri rejimlere, tam kurtuluş ve benzeri çağrılardan faydalanmalarına meydan okumaya cesaret edilmeye başlandı.

Ancak bu süre zarfında İran'ın ölülerin mirasçısı olma ve yaşayanları öldürme çabası büyüdükçe büyüyordu. Tıpkı Saddam rejiminin çöküşüne yatırım yaptığı gibi FKÖ'nün başarısızlıklarına ve bölgeyi ülke ülke milisleştirmeye yatırım yaptı. Suriye rejimiyle ortaklaşa yürüttüğü bu çabaya, ister Filistinli, ister Ürdünlü, ister Lübnanlı olsun, her türlü barışçıl girişimin engellenmesinin eşlik etmesi ve bir yandan da işgal altındaki topraklarını Mısır'a iade eden Mısır-İsrail barışını şeytanlaştırmaya devam edilmesi doğaldı.

Ancak İran, öyle görünüyor ki, sindirebileceğinden daha fazlasını kemirdi ve bu nedenle de bugün kemirdiklerini kustuğunu ve kemirdiklerinin de kendisini kustuğunu görüyoruz. Bu da her türden çalkantılı radikalizmden sonraki döneme geçiş yapmanın teorik olarak olası olduğunu ortaya çıkarıyor.

Ancak bu fırsattan yararlanılması ve teorinin pratiğe dönüştürülmesi, özellikle de Netanyahu'nun Filistin devletine karşı uzlaşmazlığını, yerleşim yerleri inşası misyonunu kolaylaştırmayı ve cezalandırıcı bir adım olarak “bölgeyi değiştirmek”ten bahsetmeyi sürdürmesi halinde tartışmalı olmaya devam ediyor. Bütün bunlar, şiddet ve intihar ederek bile olsa mücadeleyi sürdürmede daha ileriye gitme yanılsamasını körüklüyor.

Bizi yeniden felakete sürükleyemeyecek bir İran durumuyla karşı karşıya kalsak bile, yıkım habercileri hayatımızın birçok düzeyinde aktif ve dinamik olmaya devam ediyor. Maşrık’ın her yerinde milisler tarafından daha da çürütülmüş olan çürümüş sivil durumun, harici bir taraf karşısında birlik ve dayanışmayı sağlayabilme kabiliyeti patlama ihtimalinden daha düşüktür. Suriye savaşından sonra Gazze ve Lübnan savaşlarının yol açtığı geniş çaplı yerinden etmeler, bu patlama ihtimalini artırıyor. Zira demografi ve coğrafyanın ötesine geçen etkileri, ulusal bağlılık ile siyasi müzakere için ihtiyaç duyduğu araçlara kadar uzanıyor. Ekonomik kaynakların kıtlığı dolayısıyla mağdurların çektiği acıların daha da büyümesi ve ufuklarını tıkamasının gölgesinde, iç çatışmaların bıçaklarını bileyecek bir şeyler bulmasından da korkuluyor. Böylelikle özellikle uzun süre devam etmesi halinde, yerinden etmeler marjında yarı milis ve yarı mafyatik yıpranmış durumlar büyüyecek.

Tüm bunların öncesi ve sonrasında, Lübnan'da ya da Filistin'de yetkin bir otorite arayışı hâlâ rüzgarı yakalamaya benziyor. Hiçbir taraf İran nüfuzunu izole ederek, halkları arkasında birleştirerek ve dünya ile halk adına müzakere ederek karar sahibi olamıyor. Bu durumda siyaset, eski bir Rus siyasetçinin meşhur benzetmesine göre, yerde uzanıp birinin onu almasını bekliyor gibi görünüyor.