İnsanların, başkaları için ne kadar önemsiz olursa olsun, alt kimliklerinden vazgeçmeleri olağan bir durum değildir. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku ülkeleri dini, ulusal ve bölgesel kimlikleri ortadan kaldırmak ve bunların yerine “tek Sovyet kimliği” adını verdikleri kimliği koymak için geniş çaplı bir strateji benimsediler. Sadece 40 yıl sonra, bu ezilen kimliklerin nasıl büyük kimliği yok eden faktörler haline geldiğini gördük. Bu acı deneyim başka ülkelerde de tekrarlandı ve ideolojik, ulusal ya da dinsel baskının hiçbir zaman küçük kimlikleri parçalamayı ya da kültürlerini öldürmeyi başaramadığı açıkça kanıtlandı.
Bu sonucu bilmemiz asıl sorunu, yani farklı etnik gruplar arasındaki mevcut karşılıklı şüpheyi çözmeye yeterli değil. Bu, kronik kaygıya ve her iki tarafın da diğerinin niyetinden duyduğu korkuya dönüşen bir şüphedir.
Bu nedenle ister din, etnik, cinsiyet farklılıkları gibi dikey çeşitlilik, isterse sınıf, kültür, politik farklılıklar vb. gibi yatay çeşitlilik olsun, kimlikteki çeşitlilik ve çoğulculuk olgusunu anlamamız gerekiyor. Sorunları doğru bir şekilde teşhis etmek için anın duygularına kapılmak yerine, olguyu doğru bağlamına oturtmamız da gerekiyor.
Bu konuların doğasında var olan karmaşıklıktan kaçınmak için bu yazımı, çeşitliliğin kimlikler arasında çatışma ve nefrete dönüşebileceğini, ancak çoğu durumda nedeni maddi ya da kültürel olan ve geçici olabilecek bir rekabetten başka bir şey olmadığını açıklamaya ayıracağım. Bu önemli bir nokta çünkü birçok kişi ikisi arasındaki büyük farkı gözden kaçırıyor. Gelecek yazılarımda ise bunun başka yönlerini de sunacağım.
Bu noktada kimlikler arasındaki çatışma ve nefrete dair gerçek hayattan üç örnek vereceğiz. İlk örnek, Kuzey İrlandalı bir siyasetçidir. Bir televizyon kanalına verdiği röportajda: “Ben İrlandalıyım, İngiliz değilim” demişti. Sunucu ona: “Siz İngiliz Parlamentosu üyesisiniz ve İngiliz pasaportuna sahipsiniz” dediğinde, siyasetçi “Ben İrlandalıyım” diye tekrarlamıştı. Bu hikâye hemen hemen aynı ayrıntılarla tekrarlanmış ve bir Kürt-Türk yazarın konuşmasında Türk değil Kürt olduğunu defalarca vurguladığını duymuştum. Yine buna benzer bir şeyi Mısırlı birinden de duymuştum: “Arapça konuşuyorum ama Arap değilim, Arap ulusuna mensup olmak da istemiyorum” diyordu. Bu kişilerin daha geniş üst kimliği kendi kimliklerinin karşıtı olarak gördükleri ve üst kimliği kabul etmeye zorlanmalarının, kaçınılmaz olarak diğer kimliğin iptaline yol açtığını düşündükleri aşikâr. İrlandalı, pasaportu olsa bile İngiltere'yi vatanı olarak görmüyor, Türkiye'deki Kürt de öyle.
Son yıllarda yaptığım araştırmalara göre çatışma ve nefret duygusu dar kapsamlı ve küçük, aşırı gruplarla sınırlı. Bu durum, ağır baskılara maruz kalan toplulukları bile kapsıyor ve bunun belki de en yakın örneği, Ruslar ile Rusya Federasyonu'na bağlı cumhuriyetlerde veya onunla bağlı olan ve sonra bağımsızlığını kazanan cumhuriyetlerde yaşayan Müslümanlar arasındaki mevcut ilişkilerdir. Çatışmanın uzun geçmişine rağmen, mevcut hâkim eğilim barış ve bir arada yaşama ve bu tarihin unutulması yönündedir. Bunu örneğin Çeçenistan, Ruanda, Nijerya, İrlanda ve Sri Lanka gibi iç çatışmalara tanık olan ülkelerde bile görüyoruz.
Bir taraf vatandaşlar arasında ortak olanları tekeline almaya çalıştığında sorunlar başlar. Bu ortak olanların en belirgini, zenginleşme, iş fırsatları ve kendini özgürce ifade etme fırsatları gibi kamusal alanda mevcut olan fırsatlardır. Okullarda, resmî kurumlarda, basında, genel toplantılarda Kürtçenin kullanılmasının 40 yıl boyunca yasaklandığı Türkiye'deki Kürtlerin başına da bunun geldiğini biliyoruz. Irak, Suriye ve İran'da da Kürtlerin başına buna benzer şeyler geldi ve bu durum ulusal ve milli kimlikler arasındaki çatışmayı daha da artırdı, ulusal bir vatan olarak Kürdistan'ın kurulmasından bahsetmeyi meşrulaştırdı.
Diğer bir deyişle insanların birbirleriyle ilişkilerinin normal hali bir arada yaşama ve barıştır. Bu durum, hiçbir taraf özellikle kimliğinin unsurlara yönelik bir saldırganlığa maruz kalmadığı sürece uzun süre devam edecektir. Dolayısıyla ulusal birliğin pekişmesinde en önemli etken, hükümetlerin gerekçesi ne olursa olsun azınlık kimliklerinin itibarsızlaştırılmasını veya parçalanmaya çalışılmasını önleyen yüksek bir politika benimsemesidir.