Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

Ahlaki bir sorun: Bireyin hakkı ve toplumun hakkı

Sevgili okuyucular arasında geçen haftaki makalenin gündeme getirdiği kafa karıştırıcı soruya cevap bekleyenlerin olduğunu biliyorum. Bana gelince, arkadaşların sorunun özü ve olasılıkları üzerinde düşünme konusunda hâlâ istekli olduklarını umuyorum.

Bu makalede geçen hikayenin gündeme getirdiği önemli konulardan biri, bireysel hakların topluluğun haklarıyla karşılaştırıldığındaki göreceli değeridir. Bunun açıklaması şudur: Diyelim ki bir grup insana şu soruyu sordunuz; bir kişinin hakkı 100 kişinin hakkıyla çatışıyorsa, hangi taraf daha çok önemsenir?

Çoğu insanın bireysel haklar yerine topluluğun taleplerini tercih etme eğiliminde olacağını düşünüyorum. Bu, tüm kültürlerde yaygındır, ancak bireylerin haklarının ihlaline yol açsa bile, sosyal bağları yükseltme eğiliminde olan geleneksel toplumlarda daha yaygındır.

Çağdaş felsefenin en önde gelen babalarından kabul edilen Immanuel Kant, çoğu zaman bireyin onuruna saygı gösterilmesi ve onun bir araç ya da vesile olarak kullanılmaması çağrısında bulunmuştur. Bu görüşe göre insan başlı başına bir amaçtır. Kendisinin veya başkalarının yaptığı her şey, bu akıllı varlığı memnun etmeye ve yükseltmeye yönelik olmalıdır. Bir birey kendi mutluluğu için çalıştığı gibi başkalarını da mutlu etmek için çalışabilir. Ama başkalarını mutlu etmek uğruna kendisini sömürmek ya da feda etmek doğru değildir.

Peki insanlarla normal etkileşimin ötesine geçmeyen eylemler ile sömürü ilişkisi içeren eylemler arasında ayrım yapmamıza yardımcı olan denge nedir?

Kant, eylemin -varsayımsal olarak da olsa- benlik üzerindeki yansımasını gözlemlemenin, eylemin hakikatini bize gösteren şey olduğu yanıtını verir. Bir eylemin iyiliğini doğrulamak istiyorsanız, bunu kendiniz de dahil olmak üzere tüm insanlar için bir yasa haline getirmek istediğinizi varsayın der. Burada Kant karşı tarafa işaret ediyor; yani “fail tarafından, başkalarının eyleminden etkilenenlerin tarafına geçseniz durum nasıl olurdu?” diyor. Örneğin bir grubun banka kredisi veya devlet yardımı almaya ya da işe alınmaya uygunluğu konusunda görüş belirttiğinizi ya da bir hadise ile ilgili karar veren bir yargıç olduğunuzu varsayalım. Verdiğiniz kararın veya bildirdiğiniz görüşün tüm insanlar için yasa haline geldiğini ve gelecekte yani, bir kredi, yardım ya da iş talebinde bulunduğunuzda ya da mahkeme karşısına çıktığınızda, başkalarının bunu size karşı kullanacağını hayal edin. Bu ihtimali ciddi olarak düşünürseniz, karar vermeden önce acele etmeden iyice düşünür müsünüz yoksa düşünmez misiniz? Kararınızda yumuşak olmayı mı yoksa sert olmayı mı seçersiniz?

Eski bir Iraklı subayın anlattığı gerçek hayatta yaşanan bir olayı hatırladım. Olay özetle şöyle; Iraklı subay Genel Güvenlik müdüründen aşırı sıcak olduğu için mahkumların koğuşlarına taktırmak üzere vantilatörler talep etmesini ya da bağışlarla alınmasına izin vermesini istemiş. Müdür sinirlenerek bir daha suçlu olarak nitelendirdiği kişilere nazik davrandığını duyması halinde onu görevden almakla tehdit etmiş. Günler geçmiş ve müdür kendisini bu koğuşlardan birinde bir mahkum olarak bulmuş ve her gün kendisine bir vantilatör taktırması için izin verilmesini talep etmeye başlamış. Subay, tutuklu bulunan eski müdüre geçmişte yaptığı talebi hatırlattığını, müdürün  defalarca özür dilediğini ancak iyilik yapma fırsatını kaçırdığını ve geçmişteki kararının esiri olduğunu söyledi. Bu, bir fikri veya kararı sanki tüm insanlar için bir yasa olacakmış gibi düşünmeniz anlamına geliyor.

Bu bize İmam Ali bin Ebi Talib'in oğlu Hasan'a (Allah her ikisinden de razı olsun) öğüdünü hatırlatıyor: “Ey oğul, kendini seninle başkaları arasında tartı haline getir. Kendin için istediğini başkası için de iste. Kendin için hoşlanmadığın şeyden başkaları için de hoşnutsuz ol. Başkalarında çirkin gördüğün şeyi kendinde de çirkin gör. Kendin başkalarına yapınca onlar için razı olacağın şeyi, başkaları sana yapınca razı ol.” Bu metnin mesajı Kant'ın “tüm insanlar için yasa” fikriyle tamamen örtüşmektedir.

O halde özetle, bireyin çıkarları ve haklarından ziyade topluluğun çıkarlarına ve haklarına öncelik verme yönündeki genel eğilim, birçok durumda makul gerekçelere dayanabilir, ancak bu açık bir ahlaki sorunu da beraberinde getirmektedir. Burada mesele faydalananların sayısı değil, yasanın kendisidir. İnsanların çoğunluğuna hizmet ettiği için yanlış bir eylemi kabul edersek, yanlışı kabul edilebilir ve uygulanabilir kılan bir yasayı yürürlüğe koymuş oluruz. Bunun bugün kurbanı bir kişi iken yarın binlerce kişi olabilir. O halde sorun, etkilenen kişilerin sayısıyla değil, eylemin kendisiyle ilgilidir.