Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

Üstadımız el-Buleyhi’nin makalesine bir yorum

Bu, üstadımız İbrahim el-Buleyhi'nin sevdiklerinden ve okuyucularından oluşan bir grupta yayınladığı kısa makalesine yapılan bir yorumdur. Söz konusu makale, 1852'den 1912'deki ölümüne kadar yönetimde kalan İmparator Meiji'nin hükümdarlığı sırasında Japonya'nın yeniden doğuşunun derin sırrı olarak gördüğü şeyi ele alıyor. Buleyhi, sabit inançlar ve yeni bilginin yarattığı, insan zihninin emekli olmayı ve hareketsizliği reddettiği gerçeğini doğrulayan şüpheler arasında, yazıları, zihinsel tartışma fırtınaları yaratan az sayıdaki kişiden biridir.

Meiji döneminden önce Japon toplumu, yalnızca zihinleri kısıtlamakla kalmayıp, aynı zamanda miras alınan kültür, egemen gelenekler ve atalar tarafından kutsallaştırılan yaşam tarzları dışındaki her türlü çaba ve isteği yasaklayan katı gelenekler sisteminin tutsağıydı.

“Çaba ve isteği yasaklamak” dediğimiz şeyin tam anlamını tasavvur etmek kolay değil. Ancak bu fikri açıklamak için örnekler vereceğim; düşünün ki kabilenizin dışından biriyle evlenmeye karar verdiniz ve babanız sizi şöyle uyarıyor: Eğer bunu yaparsan intihar edeceğim! Yahut köy muhtarının giyim tarzını değiştirdiğini ve ardından köyün büyüklerinin öfkeyle köyü terk edeceklerini açıkladıklarını hayal edin. Ya da birinin bir mutfak aleti aldığını ve komşularının bir araya gelerek o aletin getirdiği kötü ruhları kovmanın bir yolunu aradıklarını düşünün.

Elbette bu vakalar her gün olmuyordu. Ancak değişime direncin nihai anlamını aşırı örnekler üzerinden açıklığa kavuşturmak istedim. Bunlar belki sadece anlatıcıların hikâyelerinde geçen durumlar ama aynı zamanda fikrin özüne, yani gelenek ve göreneklerin katılığına ve her türlü yeni fikrin veya farklı geleneğin güçlü bir şekilde reddedilmesine de işaret ediyor.

- Peki, bizi bundan bahsetmeye davet eden şey nedir?

Buleyhi'nin makalesi, çoğumuzun üzerinde düşünmüş olduğunu düşündüğüm birbiriyle çelişen iki soruyu gündeme getiriyor.

Birinci soru: Bahsedilen gelenekler birdenbire doğmamış, uzun bir süre, belki de yüzyıllara varan bir süreç içerisinde genişlemiş ve yerleşmiştir. Peki, nesilden nesle insanlar nasıl oldu da bunları kabullendiler ve hayatlarını zorlaştırmasına rağmen onlardan vazgeçmediler?

Pek çok düşünür bu soruya Buleyhi'nin şu meşhur sözüyle cevap verecektir: “Aklı, daha önce gelen işgal eder.” Yani insan doğduğu anda kendisini tek hakikatin imgesi olarak sunan tek yönlü bir kültürel-toplumsal ortamın ortasında bulur. Bir kişinin hafızası ve kimliği, içinde bulunduğu toplumda alışılmış olan ile aynı yönde inşa edilir ve düşünceleri ona göre belirlenir. Böylece kolektif aklın bir parçası ve onun bir uzantısı olur. Kişi hâkim yaşam tarzından rahatsız olabilir, ama aynı zamanda bunu tek doğru, ahlaki bir zorunluluk veya grupla yaşamanın bir zorunluluğu olarak görür. Bu fikirler, geleneğin kalesini sorgulama ve meydan okumalardan koruyan bir duvar görevi görmektedir.

- İkinci soru: Eğer yukarıda verilen cevap doğru ise, yani kalıtsal kültür kişinin hafızasını ve düşüncesini yönetiyorsa, o zaman kişi sadece bu kültürün gösterdiğini görmektedir, o halde Japonya'nın yukarıda bahsettiğimiz İmparator Meiji döneminde deneyimlediği gibi insanlar bu kültürden nasıl kurtulabilir? Yanıt için zihnin iki düzeyde işlediğini ortaya atan Fransız filozof Andre Lalande'ye (1876- 1963) başvuracağız; bunlardan ilki, “oluşturulmuş akıl”dır; yani dil, kültür, yaşam sistemi gibi çevredeki toplumda hâkim olan faktörlerin etkisi altında oluşan ve inşa edilen akıldır. Diğeri ise “oluşturucu akıl”dır, yani önceki faktörlerden yararlanarak ya da onlardan bağımsızlaşarak fikir yaratan, üreten, hatta onlara isyan edendir. Geleneğin kalesini yıkan, onu aşan da işte bu akıldır.

Bunu söyleyen ilk kişi Lalande değildi, ancak bunun hakkında sağlam bir görüş sunduğu ve fikri çevreleyen sorunlara değindiği için bunu ona atfetmek adet haline geldi. Zihnin, geçmişteki inançlarını aşıp onlara isyan edebilmesi, fikirleri bir temele dayanmadan yeniden inşa edebilmesi, hatta daha önce kimsenin ortaya atmadığı yeni fikirler üretebilmesi, insanı akıllı makinelerden ayıran en önemli özelliktir. Her kadim şeyi dönüşüme ve yok olmaya maruz bırakan da budur. Ancak bu konuyu detaylıca ele almak için yakın zamanda başka bir makale yazmak gerekiyor.