Bizim Maşrık’ın (Levant) şartlarına ve bizim oradaki şartlarımıza dair anlayışımız, birbirini takip eden, fikir kaynakları farklı ama pratik anlamları bakımından uzlaşmış birçok teorinin yanlış anladığı kadar yanlış anlaşılmamıştır. Mezhepçilik (ve etnik köken) bu ilk teorilerin kurbanıdır. Gelgelelim bu mezhepçiliğin hayatımızdaki ve ilişkilerimizdeki konumu nedeniyle, onun hakkındaki bilgisizlik tedaviyi karmaşık ve bundan kaynaklanan acıları da daha ciddi ve tehditkar hale getirdi.
Önceki yıllarda, mezhepçiliğin sömürgecilik tarafından yaratılmış bir kötülük olduğu yönünde, çoğu Arap milliyetçiliği ile yetişmiş askerler olan yöneticiler tarafından yayılan bir teori hakimdi. Bizler ise milli kimliğinin farkına varacağı anı bekleyen “tek halk”ın çocuklarıydık. Milliyetçi entelektüeller de etnik kökenlere karşı daha merhametli değildi. Mesela Mişel Aflak, Mağrip'teki Berberilerin kökenlerinin Arap olduğunu söylüyordu. Kürtler ne zaman Kürt olduklarından bahsetseler, bir Arap milliyetçisi onlara dedeleri Selahaddin Eyyubi'nin “Arapçılığını” hatırlatıyordu. Öyle ki Kürtler dedelerinin naaşını neredeyse renkli kağıtlara sarıp Arap milliyetçilerine hediye edeceklerdi.
Daha sonra çoğu solcu olan entelektüellerin eliyle, gerçeği anlamadaki başarısızlık, onu değiştirme başarısızlığına ağır bastı. Böylece sınıf çatışmalarının “tezahüründen” veya toplumlarımızın küresel kapitalist pazara girmesinin bir sonucundan ya da burjuvazinin emekçi kitleleri parçalamak için uyguladığı aldatmacadan başka bir şey olmayan mezhepçilikten bahsetmek küçük görüldü. Milliyetçi-İslamcı-solcu ortak bir çabayla, mezhepçiliğin bize karşı oryantalistlerin yoğun çabalarıyla icat ettikleri bir istibdat olduğu yönünde efsane daha yayıldı.
Buna karşılık, bilimin ve nesillerin birbirini takip etmesinin bu “nefret” belasını ortadan kaldıracağını, bizi bekleyen “uygar” bir dünyanın ön sıralarına yerleştireceğini düşünerek, saf ve tarafsız bir zamana güvenen “modernleştiriciler” de her zaman oldu.
Bugün mezhepçilikte tüm bu saçmalıkların duyurduklarının çok daha fazlasını ve büyüğünü görüyoruz. Bunun nedeni “doğamız gereği” mezhepçi olmamız değil, bizi böyle yapan şey, yeninin iplerini yakalayan birbirini izleyen eski dalgalardır. Son dalga ise kamusal alana tamamen el koyan bir rejim türüydü. Bu rejimin baskıyla harmanlanan hizipçiliğinden, bağlılıkların doygunluğu, toplumsal fikirlerin ve dini algıların kireçlenmesi ve aynı zamanda bu bağlılıkların kurumsallaşması durumu doğdu. Her kötüyü daha da kötüleştiren bu kalıp, herhangi bir siyasi toplumun taşlarını döşemeyen daha önceki fanatik bölünme denizinden içti. Tarih kitaplarımızın bizi neredeyse sadece Araplar, Acemler, Mevaliler ve Zımmiler, Yahudi ve Hristiyan mahalleleri, Alevi ve Dürzi dağları şeklinde gösterdiğini unutmayı seçtik. Bu fanatik bağlantılar, Batılı düzenler gibi, onları çatırdatacak herhangi bir şeye maruz kalmadığından, yukarıda bahsedilen polis rejimleri, ulusal topluluklar inşa etme projesinin bir parçası olarak, eski anlaşmazlıkları daraltmak yerine genişletti ve kalıcılaştırdı.
Diğer bir deyişle mezhepçilik kaçınılmaz bir kader değil ama buna yakın bir hale getirildi ve son tezahürlerini şu anda Suriye'de görüyoruz. Mezhepçiliğin büyütülmesine neden olan rejim, tamamen yıkıldı ama kurduğu pek çok ilişki, aynı zamanda uyandırdığı birçok kin ve nefret sebebiyle, mezhepçiliğe rejimler ve gerçekler üretme kabiliyeti kazandırdı.
Bugün, yüksek ve adil bir vatanseverlik güdüsüyle hareket eden Suriye devriminin oğulları ve kızları, yeni duruma ve otoritelerine yönelik eleştirilerini dile getiriyorlar. Bu insanlar, açıkça görüldüğü gibi, herhangi bir mezhep veya etnik gruba bağlılıktan kendilerini arındırmışlar ve devletlerin üzerine inşa edilmesi gereken değerlerin taraftarıdırlar. Ancak mezhepsel temellerle bölünmüş bir gerçeklik karşısında etkin olma konusu, özellikle de devrik rejimin siyasi hayatı çölleştirmesi, modern ve ilerici çekirdeklerin kendilerini örgütlenme açısından zayıf, mezhepçi güçler karşısında güçlü bir müzakere pozisyonundan yoksun halde bulmaları nedeniyle tartışmalı bir konu olmaya devam ediyor. Durumun, baskıcı ve gergin, kendisini sarsmanın ve saldırgan eğilimlerini herhangi bir şeyle sınırlandırmanın zor olduğu iki hassasiyetin çatışmasına dönüşmesinden korkuluyor.
Çoğunluk kaynaklı bir hassasiyet, azınlıklara “güven veriyor” ve “adil yönetici” fikrini tekrarlıyor. Ayrıca rejimi deviren taraf olduğu bahanesiyle iktidarı tekeline alıyor ve ardından diktatörlüğe ve üstünlüğe dayalı “yeni” bir rejim inşa etmeye girişiyor. Bunu yalnızca kendisinin meşruiyetini kabul ettiği yönetim referanslarına dayanarak yapıyor. Böylece iktidarın kapsamı, aynı referanslara inanan, kendi kesinliklerine olan bağlılıkları nedeniyle muhalifler bir yana, aynı fikirde olmayanlara karşı işkence ve aşağılama uygulamalarına yönelen sadık kişilerle sınırlı hale geliyor.
Diğer bir hassasiyet ise devrik rejimin soykırımının yalnızca çoğunluğu hedef aldığı ve dolayısıyla dün yapmaktan kaçındığını bugün yapması gerektiği konusunda umursamaz ve bencil olan azınlık kaynaklıdır. Yapması gereken, soykırım kurbanlarıyla dayanışması, misillemeye dayalı olmayan adaletin, daha sağlıklı ve daha saf bir ulusal çevrenin kurulması için çağrıda bulunmanın yanı sıra, soykırım ve engellenmesini yeni Suriye'nin üzerinde yükseleceği binanın sütunlarından biri yapmaktır.
İran, Türkiye ve diğer ülkelerin istikrarlı, alternatif bir Suriye ile çelişen plan ve projeleri olduğu doğrudur ancak mezhepsel ve etnik meseleye odaklanmak, plan ve projeler de dahil olmak üzere zorluklarla başa çıkmanın kapısıdır. Belki anavatanın birliğini sağlamak, çeşitliliği organize etmek ve barışçıl kanallardan kontrol etmek için Fransız Mandası'nın 1922-1924 yılları arasında Suriye'yi federal bir devlete dönüştürme örneğinden ilham almak da mümkündür. Bu nokta da manda yönetimi çok hatalı değildi ya da en azından muhsliflerine göre daha az hatalıydı.