Jean-Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi adlı kitabının son bölümünü oldukça ilginç bir öneriye, sivil dine ayırmıştır. Rousseau (1712-1778) rahip olmaya mahkûmdu ama kaderi onu siyaset felsefesine yöneltti. Böylece modern dünya tarihinin en önemli metinlerinden biri olan, siyasi bilimlerde hakkında çeşitli dillerde yüzlerce çalışmanın yazıldığı bir ekol oluşturan Toplum Sözleşmesi’ni yazdı.
İlk başta herkes bu fikri oybirliğiyle reddetti. Kilise, bu fikri kendisini tek varlık sebebinden uzaklaştırarak tamamen ortadan kaldırmaya yönelik bir hile olarak değerlendirdi. Laikler bunu, devletin (daha hafif bir versiyon ile de olsa) dini benimsemesi yoluyla Kilise’nin toplum üzerindeki hakimiyetini pekiştirme manevrası olarak gördüler. İnsanların geneli ise şunu sorguladı: Katoliklik hâlâ hayattayken yeni bir dine ne gerek var?
Buna karşılık Rousseau Kilise’nin dininden bahsetmediğini söylemiştir. İmanın dört mertebesi vardır: Birincisi, insanı ahiret hayatına hazırlayan “din adamlarının dini”dir. Bu, siyaset alanında tartışılacak bir konu değildir, çünkü -prensip olarak- dünya ile bir ilgisi yoktur. İkincisi, ahlaki erdemlere ve nefsi arındırmaya odaklanan “insan dini”dir. Farklı ülkelerde ve zamanlarda, bütün dinlerin amacı bu olmuştur. Üçüncüsü, hükümetin halka dayattığı hukuk ve kanun fikrine çok yakın olan “vatandaş dini”dir. Bu, devletin yetki alanına göre coğrafi olarak sınırları belirlenmiş bir dindir ve bu sınırların dışında bir varlığı yoktur. Bu din, devlet tarafından korunmakta ve kanun gücüyle vatandaşlarına dayatılmaktadır. Dördüncüsü, yasa koyucunun vatandaşları kanuna uymaya çağırırken atıfta bulunduğu arka planı temsil eden “sivil din”dir. Bu düşüncenin, bazen İslam’ın tarihi tecrübesinden bahsedilirken anılan “millet sistemi” kavramına benzediğini düşünüyorum. Söz konusu kavram, dinin getirdiği ya da toplumun oluşturup günlük yaşamı düzenlemek amacıyla uyguladığı, birliğin dağılmaması veya toplumun zarar görmemesi için tüm insanların saygı duyması gereken, sistemin bir parçası olarak kabul edilen âdet ve düzenlemelerin bütününe işaret etmektedir.
Rousseau “sivil din” hakkında yazarken aklında olan soru şuydu: Devlet insanlara düşünme ve fikirlerini ifade etme özgürlüğü, inanma ve ibadet etme özgürlüğü veriyorsa, insanları onları kısıtlayan yasalara uymaya ne zorlayabilir?
Rousseau, ilk önce insanın doğal olarak iyilik yapmaya meyilli olduğunu ve “toplum sözleşmesi” yoluyla oluşumuna katıldığı yasaya -kendi özgür iradesiyle- uyacağını söylüyordu. Ancak daha sonra toplumun, kanunun yorumlanması veya amaçları üzerinde etkili olabilecek fikir ayrılıklarından uzak kalamayacağını hissettiği anlaşılıyor. Dolayısıyla devletin, uyuşmazlığın tarafı olsa bile, herkese otoritesini dayatmasına yani hem hasım hem de hakem olmasına izin vermediğimiz sürece, hukuk belirleyici bir silah olmayabilir.
Bu sorunu çözmek için Rousseau, bir yandan hukuku destekleyen, diğer yandan da halkın siyasal yaşama katılımını teşvik eden bir zemin oluşturan sivil din fikrini ortaya attı. Toplumun genelinin kamusal yaşama katılımı, hukuka uyumu ve hukukun gelişimini önemli ölçüde sağlayacaktır.
Bu anlamı dikkate aldığımızda, Rousseau’nun sözünü ettiği sivil din, bildiğimiz dinin karşılığı değildir, ona benzemez, onunla rekabet etmez. O, erdeme, ruhun yücelmesine, başkalarını sevmeye ve menfaatleri tekeline almamaya bir çağrı olan dinin genel ruhundan esinlenen hukukun ahlaki gerekçelendirilmesi olmaya daha yakındır. Rousseau, böyle bir dinin basit, toplumun bildiği ve arzuladığı temel değerlere bağlı olması, tekelleşmeye ve diğer dinsel bağlılıklarla rekabete tabi olmaması gerektiğini ileri sürmüştür.
Bazı okuyucularımız şimdi “acaba gerçek hayatta böyle bir din var olabilir mi?” diye düşünerek, kendi kendilerine gülümsüyor olmalılar.
Belki Rousseau hayatta olsaydı bu sorulara cevap verirdi. Ama ne yazık ki artık aramızda değil.