İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Biz Araplar için, geleceğin hesaplarıyla ilgili rasyonel düşünmenin zamanı gelmedi mi?

Bir halkın seçenekleri önemli olaylar karşısında daraldığında, sadece iki seçeneğe başvurur; alay etme ve büyüklenme…

O zaman kendisi için tarihin kenarında bir hayatı kabul ettiğini anlarsınız.

Biz Araplar, şu anda Batı Asya ve Kuzey Afrika nüfusunun çoğunluğunu oluşturuyoruz ve topraklarımız en büyük doğal kaynaklardan bazılarını içeriyor. Bu topraklar coğrafi olarak antik dünyanın denizlerinin çoğuna nazır ve insanlığın bildiği en önemli ticaret ve kültür yolları buradan geçiyor.

Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, haritaların değişmesi, güç dengelerinin dönüşmesi, “uluslar çatışması”nın bir sonraki döneminin denklemlerini şekillendiren ideolojilerin kristalleşmesiyle birlikte gelişmelere ayak uydurmamız gerekiyordu.

Irak'tan Cezayir-Fas sınırına kadar Arap coğrafyasının büyük bir bölümüne yayılmış olan Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra, koşulların değiştiğini, farklı çıkarların ve önceliklerin ortaya çıktığını algılamalıydık. Ancak, zaman dilimi -bizim ve başkalarının- gerçeği kavraması için yeterli değildi. Böylece, İkinci Dünya Savaşı patlak verdi ve sonu farklı koşulları ve yeni bir oyunun şartlarını beraberinde getirdi.

Biz Araplar olarak, Levant ve Nil Vadisi'nin bölünmesinin anlamını, Mağrip bölgesinde neler olduğunu kavrayamadık!

Ayrıca, dünyayı siyasi olarak iki kampa bölen küresel bir Soğuk Savaş'ın gölgesinde, Balfour Deklarasyonu'nun sahadaki olası sonuçlarını kavrayamadık. Daha sonra, eski Avrupalı sömürgeci güçler arasındaki ve ardından onlarla yükselen iki dev, Amerika Birleşik Devletleri ve Rusya (Sovyetler) arasındaki çatışma, üçüncü dünyanın bağımsızlık sürecinin başlangıcını ve Çin'den başlayarak üçüncü dünya sosyalizminin ortaya çıkışını hızlandırdı.

İran ise, İngiltere ve Rusya arasında uzun süre devam eden kararlarına hakim olma çekişmesi ortasında dikkate değer bir değişim yaşadı. 1925'te bir subay olan Rıza Pehlevi, Kaçar Şahları yönetimini devirdi ve Pehlevi devletini kurdu. 1941'e kadar yönetimde kaldı, ta ki Ruslar ve İngilizler, Hitler Almanyası ile iyi ilişkilerinden şüphelendikleri için onu görevden alıp yerine oğlu Muhammed'i getirene kadar. Şah (oğul) Muhammed Rıza Pehlevi, büyük güçlerle oyunun temellerini anlamış, Soğuk Savaş sırasında baş düşmanı olan komşusu Atatürk Türkiyesi ile birlikte ABD'nin yanında yer almayı seçmeden önce uzun süre bunları yönetmekte ustalaşmıştı.

Bu komşu, eski düşmanlıklara rağmen, Pehlevi İran ile yalnızca laikliği değil, aynı zamanda bir dönem Bağdat Paktı olarak anılan ittifak kapsamında Batı’ya yönelimini de paylaşıyordu. Atatürk Türkiyesi, 1948'de doğan ve kuruluşu birden fazla Arap oluşumunda Batı karşıtı duyguların oluşmasına katkıda bulunan “Siyonist” İsrail ile de bir süre birlikte yaşadı.

Bildiğimiz gibi, 1950'ler Arap ordularının kışlalarından çıkışına ve Sovyet bloğunun devrimcilerinin politikalarını desteklemesine sahne oldu. Böylece, uçurum önce Arap dünyasının kendi içinde, sonra da Arap dünyası ile Batı'yı destekleyen ve Batı tarafından desteklenen bölgesel üçlü, yani İran, Türkiye ve İsrail arasında genişledi.

Bu durum, geçmişte laik olan Pehlevi İranı'nın Humeyni'nin Mollalar Devrimi’nin darbeleriyle devrilmesine, hilafet ile Türk milliyetçiliğini birleştiren bir yönetim arzulayan Recep Tayyip Erdoğan yönetiminde Türkiye'de laikliğin sarsılmasına kadar devam etti. Histadrut ve kibbutz sosyalizmini benimseyen İsrail ise ırkçı ve Tevratçı faşist sağın bir modeline dönüştü.

Şu anda olanlar, özellikle İsrail-İran savaşı ve Türkiye'nin “Bereketli Hilal”deki sessiz, sağduyulu ve sağlam rolü, Arapları hazırlıksız yakalamış gibi görünüyor.

Bölgeleri gözlerinin önünde yeniden inşa edilirken çaresizce duruyorlar.

Bugün, Binyamin Netanyahu'nun saldırgan gerçekliğini unutanlar en fazla, çocukça bir kinle alay ediyorlar. Gazze'yi yıkanları ve çocuklarının katillerini sadece İran ile alay etmek için alkışlamak, en kötü acizlik, sorumluluktan kaçma ve geleceği düşünmemenin bir ifadesi değil midir?

Öte yandan, büyüklenmenin İran rejiminin kurmaylarını destekleyenler ve uygulamalarını görmezden gelenler için rahat bir sığınak olduğunu görüyoruz.

Burada, diğer seçenekleri, bu sefer pratik olanları, düşünmenin görevimiz olduğunu iddia ediyorum.

Şahsen, İsrail'in bu savaşta yenilmesinin neredeyse imkânsız olduğu kanaatindeyim, çünkü bu oluşum yalnızca ABD’nin bir cephesi. Bu nedenle, Washington Tel Aviv ile ittifakın bir kader olmadığına ikna olana kadar, faşist İsrail sağı ve sponsorları Washington'da liderleri seçmeye ve Amerikan devini kendi savaşlarını yürütmeye sürüklemeye devam edecekler.

Bu arada, Hristiyan ve Yahudi köktendinci radikaller arasındaki çıkar evliliği, Soğuk Savaş'ın sonuna ve Ronald Reagan'ın yükselişine yakın, Hristiyan “Ahlaki Çoğunluk” hareketinin kurucusu olan sağcı papaz Jerry Falwell gibi evanjelistler ile Yahudi aşırı sağcı gruplar arasındaki ittifakla mevcut ivmesini kazandı.

O zamanlar, aralarındaki minumum ortak payda Sovyetlere ve küresel sola karşı düşmanlıktı. Ancak, Samuel Huntington'ın keşfettiği gibi, Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra, “siyasi İslam'a” karşı düşmanlık yeni ortak payda haline geldi. Taktiksel ittifak, DEAŞ ve türevi örgütlerin ortaya çıkışı -ya da icadı- ile zirveye ulaştı.

Bu hareketler artık neredeyse varlık nedenini tüketmek üzereyken, her biri din, erdem ve kurtuluş üzerinde tekel iddia eden, iki karşıt ve kibirli Yahudi ve Hristiyan aşırılıkçı grup arasında teolojik ve ırksal temel karşıtlıklar su yüzüne çıkıyor.

Bu gerçeği kavramak, bununla başa çıkabilmek, etkilerini ve yankılarını incelemek, giden ve asla geri gelmeyecek geçmişe karşı olumsuz ve aptalca tepkiler açısından geleceğin bize neler sakladığını anlamaktan bin kat daha iyidir!