7 Ekim 2023'ten bu yana İsrail, tarihinin en uzun savaşını yürütüyor. Yirmi aydır, sahip olduğu belirgin gücüyle İsrail ordusu, tamamen yıkılan Gazze'den, Güney Lübnan ve hatta tüm Lübnan, Suriye, Yemen ve ardından İran'a kadar savaştığı her cephede üstünlüğünü kanıtladı.
Gelgelelim İsrail'in Ortadoğu'da tekrarlanan savaşları, öte yandan güç ve kapasite üstünlüğünün sonuç almak anlamına gelmediğini kanıtladı. Nitekim tüm askeri başarılarına rağmen, İsrail’in eli halen silahında, kaderi için korkuyor, bugünü ve geleceği konusunda emin değil. İsrail’de savaş kararının sahibi Binyamin Netanyahu da savaşı bu şekilde tanımladı. Bunun ancak İsrail'in bölge üzerindeki kontrolünü, halkları ile devletlerinin kaderini belirleme gücünü garantileyecek şekilde, yeni Ortadoğu'nun haritalarını çizmesini sağlayacak mutlak bir zaferle çözülebilir varoluşsal bir savaş olduğunu söyledi.
Tüm savaşlarında stratejik olarak ABD'nin gücüne güvenen İsrail, içinde yaşamak ile sınandığı Ortadoğu'yu yeterince okuyup anlamada başarısız oldu. İddia ettiği gibi varoluşsal tehdit hayaleti onu hiç terk etmedi. Haziran 1967’deki savaş gibi birçoğu göz kamaştırıcı görünen tüm askeri başarılarına ve bu savaştaki ezici zaferinin üzerinden yarım yüzyıl geçmesine rağmen, korkularının ve elindeki fazla güce olan güveninin esiri olmaya devam ediyor.
İsrail'in bir deveyi iğne deliğinden geçirmeye çalışır gibi kontrolü altına almak için savaştığı Ortadoğu’da, karar vericilerinin oybirliğiyle kabul ettiği bir barış projesi belirdi. Bu proje, İsrail'e yalnızca kendisine karşı ve aleyhine yürütülen savaşları sona erdirmek için değil, aynı zamanda daha önemli ve derin bir şey için de tarihi bir fırsat sundu; İsrail'in Ortadoğu forumunun doğal bir üyesi olarak kolektif olarak tanınması ve onunla ilişkilerin kapsamlı bir şekilde normalleştirilmesi. Karşılığında tek bir koşul vardı; Filistin halkının işgalden kurtulma ve 1967'de işgal edilen topraklarda bağımsız bir devlet kurma hakkını kabul etmesinin yanı sıra, mülteci sorununda mutabık kalınan çözümü kabul etmesi.
Bu bağlamda İsrail, güvenli sınırlar içinde var olma hakkının Filistinliler tarafından tanınması gibi değerli bir kazanım elde edecekti. Bundan önce Mısır tarafından imzalanan ve saygı duyulan bir barış antlaşmasına sahip olmuştu. Bunu Ürdün ile benzer özelliklere sahip bir antlaşma takip etmişti. Daha sonra birçok Arap ülkesiyle normalleşme şu anki seviyesine ulaştı. İlişkileri normalleştirmeyenler de İsrail'in Arap dünyası, bölge ve dünya tarafından oybirliğiyle kabul edilen tek talebi yerine getirmesi durumunda, yani işgali sona erdirmesi ve bir Filistin devletinin kurulmasını kabul etmesi durumunda bunu yapacaklarını teyit ediyorlar.
Temeli Filistin sorunu olan çatışmanın uzun tarihi boyunca Filistinliler sürekli olarak fırsatları boşa harcamakla suçlandılar. Oslo Anlaşması'nı coşkuyla benimsemelerinin ve Yahudi devletiyle yan yana yaşayacak silahsızlandırılmış bir devlet kurmaya hazır olduklarını göstermelerinin ardından, İsrail tüm bunların aleyhine döndü. Şaron-Netanyahu ikilisinin iktidara gelmesiyle, fırsatı tam tersine çevirdi ve işte biz ve dünya Şaron’un başlattığı ve Netanyahu'nun bugüne kadar devam ettirdiği politikanın sonuçlarını görüyoruz.
Oslo’da başlatılan uluslararası barış projesiyle uyuşmayan pozisyonlar ve davranışlar için bazı Filistinlileri, bazı Arapları ve bölgedeki bazı kişileri suçlayabiliriz. Ancak, Likud’un barış projesini temelden havaya uçurmaya, onu nihai ve kalıcı bir uluslararası barış projesinden bir savaş projesine dönüştürmeye yönelik stratejik kararı ile karşılaştırıldığında, bu pozisyonların ve davranışların hiçbiri projenin çöküşünün nedeni olamaz. Savaş projesinin ilk kıvılcımı da Şaron'un Mescid-i Aksa’ya gidişiydi. O günden bugüne kadar sadece Filistin'de değil, aynı zamanda Ortadoğu'nun önemli bölgelerinde de kesintisiz bir kan akmaya devam etti.
Tüm bunların sırrı, askeri ve ittifak açısından en güçlü tarafta, yani öteki ile anlaşmaya varmak yerine aşırı gücünü başkalarını boyunduruk altına almak için kullanmayı tercih eden İsrail'de yatıyor. Ölen Şaron’dan hayatta olan Netanyahu’ya kadar savaş senaryosu efendilerinin, İsrail'de birbiri ardınca iktidar olmaları tesadüf değil. Arada Camp David'deki İsrail heyetine liderlik eden Ehud Barak tarafından temsil edilen geçici ve sınırlı bir atılımın yaşandığı unutulmamalı. Ama o da görüşmelerin başarısız olmasından sonra çıkıp Arafat’ın oyunlarını ifşa etmek ve barış istemediğini kanıtlamak için görüşmelere katıldığını söyledi. Ortadoğu'da, bir şeyin ve bunun tam aksinin birçok gerekçesi vardır. Savaş istemeyenler için barış bir gerekliliktir. Buna karşılık barış istemeyenler için savaş bir gerekliliktir. Nitekim işte Gazze ile başlayıp İran ile bitmeyecek bir cepheler savaşı çağındayız. Ortadoğu'da devam eden derin, yoğun ve maliyetli bir çatışmaya tanık oluyoruz.
Arap kampı, istisnasız ve oybirliğiyle İsrail ile Filistin haklarına dayalı gerçek bir barış istiyor. İsrail ise bunun olmasını engellemek için binlerce savaşa girişmeye hazır. Asıl sır, politika kötü olduğunda aşırı gücün işe yaramıyor olmasıdır ve İsrail bu durumdadır.