İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Bölgenin krizleri amatörlerden ve geçici olanlardan daha fazlasını hak ediyor

1997'de, kardeş bir Arap ülkesinin ev sahipliğinde, küresel siyasi ilgileri olan bir Amerikan kurumu tarafından düzenlenen uluslararası bir konferansa katılmıştım.

O gün, seçkin bir grup Amerikalı ve Arap düşünür, yetkili, medya çalışanı ve strateji uzmanıyla görüşme fırsatım oldu. Konferansın oturumları yönetişim, demokrasi ve küreselleşmeyle ilgili birçok konuya değindi.

Hatırladığım kadarıyla, ABD Savunma Bakan Yardımcısı olarak görev yaptığı dönemde Irak işgalinin “mimarlarından” biri olan Paul Wolfowitz ile parlak Amerikalı gazeteci ve yazar Tom Friedman'ın sunumları gibi çarpıcı sunumlar yapıldı. Buna karşılık, Arap entelektüeller ve akademisyenler de Washington ile Arap dünyası arasındaki “güven açığını” kapatmasa da, tartışmaları zenginleştiren önemli fikirler ortaya koydular.

Her halükarda, Friedman'ın sunumunda, Arap siyasetçiler ve entelektüellerle yaptığı görüşmelerde, karşılaştıkları Amerikalı diplomat ve elçilerin unvanlarından ne kadar “büyülendiklerini” sık sık fark ettiğini söylemesi beni çok etkiledi.

Friedman, “bu diplomat ve elçilerin söylediği her kelimeyi sanki ilahi bir vahiymiş (!) köklü bir stratejiymiş ve hatta sarsılmaz bir yüce iradeymiş gibi hatırlayıp anıyorlardı....” diye sözlerini sürdürmüştü.

Daha sonra, muhataplarının, kendilerini mevkileriyle “büyüleyen” kişilerin çoğunun, mevkilerini geçici olarak işgal eden geçici şahsiyetler olduğunu ve görevlerini yerine getirdikten sonra çoğunun kısa sürede unutulacağını fark etmedikleri yorumunda bulunmuş ve eklemişti: “Dahası bu kişiler açıklamalarının çoğunu ya bir pozisyon belirtmek, henüz olgunlaşmamış hedefleri ifşa etmekten kaçınmak ya da gündemden uzak tutulması gereken bir konuyu örtbas etmek için yaparlar. Bunların, ilgili Amerikan yönetimi için bağlayıcı olmayan kişisel değerlendirmede bulunma yetkisinin bir sonucu olabileceğindense bahsetmiyoruz bile.”

Bugün, Lübnan'da, mevcut ABD Ankara Büyükelçisi ve Suriye dosyasından sorumlu Özel Temsilci Tom Barrack hakkında da bu görüş hakim. Barrack Lübnan kökenli olduğundan ve Suriye ile Lübnan’ı tarihsel olarak birbirine bağlayan bağlar nedeniyle, bir yandan Lübnanlılar, diğer yandan “Lübnan-Amerikan lobisi”, göreve geldiğinden beri her hareketini ve açıklamasını yakından takip ediyor.

Özel Temsilci Barrack ile ilgili en son gelişme, dün, ABD Dışişleri Bakanlığı'nın, son iki günde yayılan ve Barrack'ın görevinin “Lübnan kısmının” sonlandırıldığına, Lübnan dosyasının eski bir diplomat ve istihbarat analisti olan Morgan Ortagus'a yeniden teslim edildiğine dair “söylentileri” yalanlaması oldu.

ABD'nin bu yalanlaması, Hizbullah'ın silahı konusundaki kronik ve tekrarlanan tartışmayı geçici olarak yatıştırabilir. Ancak bu, Donald Trump yönetiminin, ister Lübnan dosyası ister bölgedeki diğer kritik noktalar ile ilgili olsun, tutarlı ve ayrıntılı bir stratejik yaklaşıma sahip olduğu anlamına gelmiyor.

Evet, şimdiye kadar birçok kişi, ister müttefikleri ister rakipleri ile olsun, Washington'un uluslararası ilişkilerinin ayrıntıları konusunda net bir vizyona sahip olmadığını düşünüyor.

Gümrük vergisi “savaşının” ve donanmanın gücünün sergilenmesinin ötesinde, Washington'a yakın dost başkentler bile, uygulamalarına stratejinin değil taktikselliğin hakim olduğu bir yönetim karşısında ne yapacağını bilemez görünüyor.

Bu noktada şöyle denebilir; bu durum, “efendisi” Başkan Trump'ın kişisel ilişkileri ve mutlak sadakati siyasi ve diplomatik pozisyonlara uygunluk için birincil kriter haline getirdiği bir yönetimde normaldir.

Gerçekten de mevcut yönetim, Dean Acheson, Henry Kissinger, Anthony Lake, Condoleezza Rice, Madeleine Albright veya Susan Rice gibi ciddi, uzman ve eğitimli isimlerden yoksun. Kültürel, tarihi ve coğrafi içerikli “özel” dosyalar bile, şu anda Ortadoğu'nun düğümleriyle ilgilenen Steve Witkoff ve Tom Barrack gibi dostlara, zengin iş adamlarına ve kampanya bağışçılarına emanet edildi!

Washington'un bu “fiili yokluğu”, bölgenin kapılarını bilinmeyene açabilir.

Örneğin Rusya, kuzeybatı Suriye'de hâlâ bir “etki”ye sahip olduğu için henüz tamamen “emekli” olmadı. Büyük bir gerileme yaşayan İran, hâlâ hesapları bozup meydan okuyabiliyor. Şam'daki değişimle kayda değer bir zafer kazanan Türkiye, İsrail'in bölgesel rolü “hayati çıkarları” pahasına genişlerse, arka planda durmaktan memnun olmayabilir.

İsrail'e gelince, bugün bir dizi nedenden ötürü mümkün olan en büyük kazanımları elde etme fırsatı bulunuyor.

1. Filistin'i hem bir halk hem de bir dava olarak ortadan kaldırmak için kullanabileceği Amerikan yokluğu veya -hiç fark etmez- Amerikan onayı.

2. Bölgesel iklimin, özellikle Arap ikliminin, artık Binyamin Netanyahu'nun emelleriyle askeri bir çatışmaya izin vermediği gerçeği.

3. Netanyahu'nun “Nil ve Fırat arasındaki toprak” hayali kuran radikal müttefiklerinin emellerinin arkasına saklanmasıyla vücut bulan İsrail'deki yönetim krizinden ileri kaçma çabası.

4- İsrail’in dikkatli olduğu ABD'deki Siyonist aşırılıkçılık ve beyaz Hristiyan evanjelizm arasındaki Tevrat temelli ittifakın “tabanında” belirmeye başlayan çatırdamalar. Bu taban, Ronald Reagan'ın başkanlığından George W. Bush ve "neo-muhafazakarlar” dönemine kadar köklü bir şekilde yerleşti. Ancak, Trump kampındaki beyaz evanjeliklerin artan gücü ve Tevrat temelli aşırılığın “antisemitizm” anlatısı üzerindeki hakimiyetiyle paralel olarak söylemlerinde ırkçılığın artmasıyla birlikte, akıllı Amerikalı Yahudiler son zamanlarda bu anlatının aşırı istismarının ırkçılığı yeniden canlandırdığı konusunda uyarıyorlar. Zira bu, kolektif hafızalarına 1930'lar Avrupası’ndaki Nazizmi getiriyor.

 Bu büyüklükteki krizler, şüphesiz, bilgili, adil ve stratejik yaklaşımlar olmadığında ve çözümler amatörlerin ve gelip geçici kişilerin eline bırakıldığında daha da kötüleşip büyüyorlar.