Hazım Sağıye
TT

Muzaffer/Mağlup İsrail

Savaş hem kavramsal hem de gerçeklik açısından birçok çelişkiyi beraberinde getirir; bunların en önemlisi, bir insan eylemi olması, yani insanlar tarafından yürütülmesi, fakat aynı zamanda insanlık dışı bir eylem olması ve sıklıkla, yanlışlıkla kendisini canavarlara atfetmemizdir.

Antik Hint ve Yunan medeniyetlerinden beri insan düşüncesi, savaşın bir zorunluluk olması ve savaşçının bir canavara dönüşmemesi için bu meseleyi ve diğer savaş meselelerini ele almaya çalışmıştır.

Savaşı yücelten ve onu görkemli eylemler düzeyine yükselten modern ideolojilerin yükselişinden yüzyıllar önce, savaşı kontrol etmek düşünürlerin göreviydi.

13. yüzyılda Thomas Aquinas, ahlaki açıdan haklı gösterilebilecek bir “haklı savaş” için gerekli gördüğü koşulları şöyle formüle etmişti; barışçıl niyetlerle yönetilmesi, meşru otorite altında yürütülmesi ve tepkisinin, karşılık verdiği saldırganlıkla orantılı olması, ayrıca, diğer tüm yolların başarısız olması koşuluyla girilecek savaşın ciddi bir başarı şansının olması.

Günümüzde Amerikalı siyaset bilimci Michael Walzer, “haklı savaş” ile “haksız savaş” arasındaki ayrım konusuna en çok kafa yoran kişi olarak kabul edilir. Bu ayrımı tanımlayan ve her türlü savaşı coşkuyla benimseyen “realistler” ile her türlü savaşa aynı derecede karşı olan “pasifistler” arasında üçüncü bir yol açan kurallarını ortaya koymuştur.

Bu meseleye geri dönmemizin nedeni, İsrail'in davranışlarıdır. İbrani devleti, bölgede bir dizi askeri zafer elde etti ve bunlar bir araya geldiğinde, bazılarının “İsrail çağı” olarak adlandırdığı döneme doğru niteliksel bir sıçramayı temsil ediyorlar. Ne var ki, Gazze'de önemli bir ahlaki (ve medyatik) yenilgi yaşadı ve bazıları bunun uzun vadede bu zaferi aşındırabileceğine inanıyor.

Bu ayrım karşısında, kendimizi savaşı ahlak ve hukuk yoluyla kontrol etmeye çalışan tüm fikirlerin tam tersiyle karşı karşıya buluyoruz.

Nitekim, Netanyahu ve hükümetinin davranışlarının altında yatan ilk örtük “teori”, güçlü olanın, barbarlığı önlemek için tarihin biriktirdiği hukuk, ahlak veya diğer değerlerden herhangi birine esasında pek ihtiyaç duymadığıdır. İsrail'in resmi ve dağınık söylemlerini inceleyen herkes, ormanın derinliklerine doğru uzun yolculuğa eşlik eden başka argümanlar da bulacaktır.

Elbette, ortada 7 Ekim 2023 saldırıları, İsrail'in kendini savunması, Hamas'ın kalan rehineleri teslim etme ve tam teslimiyetini ilan etme konusundaki isteksizliği, şiddete batmış ve “sadece güç dilini anlayan” bölgenin doğası var.

Bu argümanlar, dini radikaller tarafından daha açık bir şekilde ifade edilen daha geniş tasavvurda bir araya geliyor. Buna göre, barışçıl bir şekilde çözülmesi imkânsız hale gelen Filistin-İsrail çatışması, kendisini bugün ve her zaman imkânsız kılma yoluyla, ancak çatışmanın kendisine “nihai bir çözüm” getirilerek sona erecektir.

Ancak tüm bunlar ne kadar doğru olduğu bir yana, aralarında önemli sayıda çocuk, yaşlı ve kadınların da bulunduğu onlarca aç sivili yiyip bitirmeye yönelik günlük iştahı açıklamıyor. Kutsalların yanı sıra bedenlere de uzanan aşağılama ve küçük düşürmedeki ustalıksa, daha iyi bir gelecek için iyi komşuluk ilişkileri ve savaşı, siyaset ve diplomasinin başarısızlığının yol açtığı geçici ve talihsiz bir olay olarak görme anlayışı ile tüm bağları koparıyor. Netanyahu'nun İsraili, savaşı başlı başına görkemli bir yaşam biçimi olarak sunuyor ve insanlar arasındaki uçurumun ebedi ve elzem olmasını sağlıyor.

Bu, birden fazla İsraillinin uyardığı gibi, İsrail'in kendisi için ağır bir bedele mal oluyor. Bir zamanlar dünya İbrani devletinin üç ülkeye karşı kazandığı bir zaferi kutlamıştı; açlıktan ölen çocuklara karşı bir zaferi kutlaması ise zor olacak. Bir zamanlar hem kolektif kibbutzlarına hem de parlamenter demokrasisine ilgi duyanlar vardı, ancak bugün İsrail yalnızca soykırımla birlikte anılıyor. Ülkelerinde kendilerini kuşatma ve tehdit altında hisseden Arap azınlıklar İsrail'den yardım istemek zorunda kalsalar da bu, bir Arap ülkesindeki veya diğerindeki iğrenç koşulların dayattığı salt güvenlik gerekliliğinden başka bir şey değildir. Dahası Suudi Arabistan'ın bir Filistin devleti kurulmadıkça veya bu yönde ilerleme sağlanmadıkça, İsrail’in kendisi ile barış arzusunu yerine getirmeyeceği de açık ve net hale geldi. Diğer yandan, İsrail'in Mısır ve Ürdün ile ilişkileri de kötüleşiyor. Suudi Arabistan-Fransa girişiminde talep edilen iki devletli çözüm Avrupa ve dünyada ivme kazanırken, İsrail'e karşı tiksinti de yayılmaya başlıyor. Trump'ın açıklamalarının bir dayanak oluşturması zor olsa da o da Netanyahu'nun sözleri ve eylemleri hakkındaki şüphelerini dile getirmeye başladı. İki gün önce yönetimi, şehirlerin ve eyaletlerin afet yardım fonu alabilmeleri için İsrail şirketlerini boykot etmemelerini şart koşan tutumundan geri adım attı.

Entelektüellerden sanatçılara ve akademisyenlerden sporcular ile eğlence sektöründeki kişilere kadar, İsrail ile ilgili her şeyi boykot edenlerin sayısı artıyor. Buna karşılık genç Amerikalı ve Avrupalı nesiller İbrani devlet ile ilgili eski nesillerin tutumlarını yeniden değerlendiriyorlar. Şu anda yaşanan bu öfkenin bir kısmı, dünya çapındaki Yahudilerin güvenliğini tehdit eden anti-semitik ve ırkçı tutumları pekiştirecektir.

Adaletten kaçan Netanyahu, ülkesini yasalardan ve ahlaktan yoksun, imha savaşı temelli bir getto olarak yeniden kuruyor. İmhaya tabi tutulan insanların yaşadığı ve bilindiği gibi şu anda Filistinlilerin yaşadığı bir geleneksel Yahudi gettosu olan komşu gettoyu boğmaya devam ediyor.