ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio'nun, Gazze Şeridi'ndeki İsrail suçlarını ve ihlallerini belgeleyen kuruluşlara yaptırımlar uygulayacağını duyurması ilginçti. Bu duyuru, üç büyük güç Çin, Rusya ve Hindistan’ın katıldığı Şanghay İşbirliği Örgütü zirvesinden birkaç gün sonra geldi. Zirve, muhtemelen en çok etkilenecek olanın, Amerika Birleşik Devletleri olacağı mutabakatlara vardı.
Donald Trump Washingtonu'nda, suçları işlemek değil, “belgelemek” yaptırımları hak eden korkunç bir eylem haline geldi. Oysa bu suçların şiddeti, sivillere yönelik soykırımdan açık etnik temizliğe kadar uzanıyor.
Yetmiş yılı aşkın deneyimlerimizden, Washington ile bu on yıllar boyunca İsrail'i yöneten herkes arasındaki “çok özel ilişkiyi” anlıyoruz. Bu nedenle, aklı başında hiçbir insan, Amerikan “iktidar” kurumunun İsrail'e Ortadoğu'daki herhangi bir oluşum ile eşit muamele edeceğini bir an bile hayal edemez.
Bununla birlikte, geçmişte bazı Amerikan yönetimlerinin İsrailli aşırılıkçı liderlerin saldırganlıklarına karşı “bağlılık ve dostluğa” dayalı bir kararlı tavır sergilediği de unutulmamalıdır. Gerçekten de bu yönetimler, İsrailli aşırılıkçıların kendi ülkelerinin geleceği için oluşturduğu tehdidi sezmiş ve uzun bir süre “Arap ve Müslüman deniziyle” çevrili olduklarını iddia ettikleri bir bölgede, kendi çıkarları için onları gemlemek amacıyla harekete geçmişlerdir. 1956 Süveyş Savaşı sırasında, Dwight Eisenhower yönetimindeki Washington, İsrail-İngiliz-Fransız güçlerinin Mısır'a yönelik “üçlü saldırganlığına” karşı Sovyetler Birliği'nin yanında yer almıştı. 1991'de ABD Dışişleri Bakanı James Baker, dönemin İsrail Başbakanı İzak Şamir ile karşı karşıya gelmişti. Nedeni de Şamir’in, BM'nin 242 ve 338 sayılı kararlarının uygulanmasına ilişkin her türlü tartışmayı reddetmesi, manevra yapıp “akıllı görünmeye” çalışmasıydı. O zaman Baker öfkeyle ona şöyle seslenmişti: “İsrailliler barış çabalarına yanıt vermek ve uluslararası kararları uygulamak istiyorsa, Beyaz Saray'ın telefon numarası işte şudur. Bizi arayın!”
Bu iki tutum aslında iki Cumhuriyetçi Amerikan yönetimi tarafından dile getirilmişti, peki Başkan Trump'ın yönetimi bugün nerede?
Cumhuriyetçi Parti, Eisenhower (1953-1961) ve George H.W. Bush (1989-1993) dönemlerinde, muhafazakâr ve ılımlı liberal hareketlerin yanı sıra sağcı ve merkezci figürleri siyasi olarak birleştiren “geniş bir ulusal çadır”dı.
Ayrıca iktidar devrine saygı duyan, demokratik kurumlara, güçler ayrılığı ilkesine ve geniş ulusal anlayışlara değer veren bir partiydi. O zamanlar, Amerikan “sokağı” bugün MAGA hareketinin temsil ettiği “aşırılıkçı histeriye” kapılmamıştı. Hükümet ve yargı atamaları körü körüne kişisel sadakate değil, yetkinliğe, deneyime ve saygıya dayanıyordu.
Uluslararası alanda, ABD'nin net siyasi ve stratejik çıkarları vardı ve bunların temelinde transatlantik ilişkiler ve Doğu Asya ittifakları yatıyordu. Düşmanlık ve ittifak kriterleri daha mantıklı, açık ve belirleyiciydi. Küreselleşmiş, ileri teknolojiye sahip, iç içe geçmiş bileşenlere, ilişkilere ve çıkarlara sahip bir ekonomide, ekonomik ve finansal alanda, “serbest ekonomi” kavramı fiilen rekabet gücüne, finansal verimliliğe ve açık piyasalara dayanıyordu, korumacı önlemlerin ve “gümrük savaşlarının” ardındaki tehlikeli siperlere değil.
Amerikalı ve yabancı analistler, ABD'nin içinde bulunduğu mevcut durumun birçok soru işareti yarattığına inanıyor. Anlaşmazlık artık Başkan Trump ile “rakibi” FED Başkanı Jerome Powell arasındaki aleni çatışma gibi finansal ve parasal stratejilerle sınırlı değil. Siyasi ve stratejik alanlarda “dost” ve “düşman” tanımları, düşmanlarla faydalı bir yakınlaşmaya varmadan, hasımları etkisiz hale getirmeden veya çeşitli kaynaklardan tehdit edilen “Amerikan tek kutupluluğunun” rolüne dair vizyonlar geliştirmeden, müttefikleri, dostları ve “komşuları” yabancılaştıran ve uzaklaştıran zararlı bir kaosa benziyor.
Çin'in Tianjin şehrinde yakın zamanda düzenlenen ve dünya nüfusunun neredeyse yarısını temsil eden Şanghay İşbirliği Örgütü zirvesi, iki Asya devi Çin ve Hindistan arasında beklenmedik bir yakınlaşmaya işaret etti. İki dev arasında uzun süredir devam eden sınır gerginlikleri var ve şu anda Çin'in Kuşak ve Yol Girişimi ile Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ekonomik Koridoru (IMEC) arasında stratejik bir rekabet bulunuyor. ABD'nin Hindistan'a karşı uyguladığı gümrük tarifesi “savaşının” Yeni Delhi ve Pekin hükümetleri arasındaki yakınlaşmaya büyük katkı sağladığına şüphe yok.
Öte yandan, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Çin ve Hindistan ile yakınlaşmasıyla, ABD ve uluslararası toplumun “Ukrayna savaşı” sebebiyle uyguladığı ambargonun değerini fiilen zayıflattı. Belki de Moskova'nın bu manevi “zaferi”, Washington ile Avrupalı ortakları arasında Atlantik düzeyindeki güven krizini daha da derinleştirecektir. Trump'ın bu ülkelerden -özellikle Almanya'dan- NATO bütçesinde katkılarını artırmalarını talep etmesinin, Putin ile yakınlaşmasının ve Grönland üzerindeki iddiasının, Atlantik ötesindeki atmosferi gerginleştiren ve güveni sarsan tutumlar arasında olduğu biliniyor.
Washington'un düşmanlarını artırmayı ve müttefiklerinin sayısını azaltmayı umursamayan Trump'ın politikaları maliyetli ve tehlikeli.
Bu, ABD'nin küresel hegemonyasının devamını tehdit ederken, rakiplerin ve hasımların yeni bir “dünya düzeni” yaratma ve alternatif nüfuz haritaları çizme yolunda bir araya geldiklerini görüyoruz.
Eğitim ve araştırma kurumları zayıflatılırken, bilim ve araştırma çabaları zayıflatılırken ve Washington'un uluslararası çıkarları, açıklık ve bir arada yaşama anlayışından uzak, dar çıkarlara tabi kılınırken, böyle bir gelecekle yüzleşmek zor olacaktır.
İlerleme, geçmişte yaşamak anlamına gelmez ve yarının dünyası, bugünün dünyasından kaçınılmaz olarak farklı olacaktır.