Cemal el-Keşki
TT

Avrupa'da asansör durdu

Seksen yıl önce Avrupa, İkinci Dünya Savaşı'nın altı zorlu yılının ardından bir dinlenme dönemine girdiğine inanıyordu. Ancak, topraklarında büyük bir savaşın döndüğü Ukrayna cephesinde uç noktalarını saran alevlerle neye uğradığını şaşırdı. Büyük Savaşın, savaşların sonuncusu olacağını düşünmüştü. Avrupa ekonomisini inşa eden ve NATO aracılığıyla askeri bir şemsiye altına alan Amerikan Marshall Planı ile kendini güvende hissetmişti. Avrupa, kırılmaz bir Katolik ittifakı içinde Atlantik aracılığı ile ABD'nin ortağı oldu.

Bugün ise durum değişti. Müttefiki Ukrayna ile hasmı Rusya arasında topraklarında bir savaş patlak verdi. Avrupa, bu savaşta ABD'nin askeri ve ekonomik gücüne güvendi. Gerçekten de eski ABD Başkanı Joe Biden döneminde Washington, Avrupa'nın yanında yer aldı ve aynı kararları aldı. Avrupa, Amerikan müttefikinin arkasında durduğundan emindi ve bu sahneyi kısa süreli bir yaz yağmuru gibi karşıladı. Ancak yağmur sert bir kış yağmuruna dönüştü, çünkü ABD Başkanı Donald Trump, Joe Biden değildi. Trump'ın Washingtonu stratejik çıkarlarına odaklanmış durumda; nadir madenlere sahip olma, savaşları durdurma ve Nobel Barış Ödülü'nü kazanma çabasında. Trump, savaşlardan nefret ettiğini ve Rusya-Ukrayna savaşı sırasında başkan olsaydı, savaşın çıkmayacağını söyledi.

Modernizm ve Aydınlanma’nın sahibi ve elbette küresel sahnenin baskın gücü olan Avrupa, ne yapacağını bilemez ve kuşatılmış bir durumda. ABD, tarifeler konusunda Avrupa'ya diğer bölgeler gibi davrandı ve Avrupa ülkelerine ulusal bütçelerinden NATO’ya yüzde 5 katkıda bulunmaları için baskı yaptı. ABD’nin kontrolü ekonomik, askeri ve ticari alanlara da uzandı ve Washington, Avrupa’ya transatlantik ticaretin kendisi ile yaşlı kıta arasında bir tür tekel olmasını dayattı. Bazıları, ticaret anlaşmasının imzalanmasını Avrupa'nın geleceği üzerinde bir tür tekel olarak gördü.

Avrupa'nın, Euro Bölgesi aracılığıyla veya koruma amaçlı birleşik bir Avrupa ordusu kurarak bağımsızlaşmaya çalışması dikkat çekicidir; ancak Ukrayna'daki savaşın yankıları nedeniyle kendini kuşatılmış ve şaşkın bir durumda buldu. Pusulası, Washington'un terk etmesi ile Rus ayısının kabusunun arasında kaybolmuş. Bu an, yaşlı kıtanın hesaplarında yoktu; kartlar dağıtıldı ve Avrupa, bu ani acil durumla başa çıkmak için hazır bir felsefeden yoksundu.

Bu senaryoda Avrupa, istenen kata ulaşmadan önce duran bir asansör gibiydi. Birliği aracılığıyla güçlü bir ekonomik ve askeri güç elde etmek ve İkinci Dünya Savaşı'nın ardından kaybettiği nüfuzunu yeniden kazanmak istiyordu. Charles de Gaulle, Willy Brandt, Helmut Kohl, Chirac, Mitterrand ve Schröder gibi büyük liderleri, uzun zamandır Avrupa'yı uluslararası sahnede aniden ortaya çıkan Amerikan gücünden uzaklaştırmaya çalışmışlardı.

Avrupa, İngiltere kendisinden ayrılsa bile, gerçekten de birleşmişti. İngilteresiz de siyasi, ekonomik ve askeri bir güç olarak kaldı. Ancak, ister Sovyetler Birliği'ne karşı Soğuk Savaş'ta ister Yugoslavya'nın dağılmasında ister Rusya ve Çin'in çevrelenmesinde, isterse sözde küresel teröre karşı savaşta olsun, son 80 yılda gerçekleşen her olayda ABD'nin ortağıydı. Yine de hiçbir zaman gerçekleşmeyen bağımsızlık emellerini korudu ve kronik bir karmaşa gibi görünen şeyden kurtulmak için kendini bir kez daha “yeni bir Normandiya” çıkartmasına ihtiyaç duyarken buldu. Elbette, başka bir çağda Avrupa, 19’uncu ve 20’nci yüzyıllarda küresel haritalara tek taraflı olarak hükmettiği ve egemen olduğu gibi, dünya topraklarına saldırma riskini alamaz.

Şaşkın Avrupa sahnesinin merkezinde, güçlü bir soru kendini güçlü bir şekilde dayatıyor: Yaşlı kıtada asansör nereye gidiyor? Durmaya devam mı edecek, yoksa keskin bir düşüş mü yaşayacak yahut bu sadece geçici bir olgu olup yakında yaşlı kıtada asansör yükselişine devam mı edecek? Aydınlanma sonrası ve postmodern dönemde, uluslararası siyaseti, birincil Avrupalı ​​zihniyeti olmadan hayal edebilir miyiz?

Gerçek şu ki, tarih boyunca Avrupa deneyimi bu soruları yanıtlıyor. Avrupalılar birbirleri ile savaştılar ve iki dünya savaşında da dışarıdan destek istediler. Bunun üzerine Avrupa kıtası dışından olan ABD ortaya çıktı, bir tarafı savundu, savaşı durdurdu ve dökülen kanların ardından kendisiyle ekonomik bir anlaşma imzaladı. Böylece ABD, Avrupa'nın başı oldu.

Bu noktada, bu Amerikan eyleminin Avrupa'nın rolüne zarar verdiğine inanıyoruz. Şu anda tanık olduğumuz asansörün duruşu normal ve tekrarlanan bir durum, hem de bazı Avrupalı seçkinlerin ABD'nin esiri olmaktan kurtulmak için gösterdikleri hırslı çabalara rağmen. Ancak nihayetinde Avrupa, uluslararası arenada meydana gelen köklü yapısal değişimlere ayak uyduramayarak, Rus ayısının öfkesi ile Amerikan kartalının uzaklaşması arasında sıkışıp kaldı. Örneğin, endüstriyel düzeyde Çin ve diğer ülkeler Avrupa endüstrisini geride bırakmaya ve kontrol etmeye başladı. Nitekim Çin, tek bir emtia, yani “mıknatıs” ile dahi Avrupa'daki sanayi çarkını durdurabilir. Aydınlanma ve modernizmi şekillendiren bu kıta, artık ne yukarı ne de aşağı inen bir asansörde, alışılmışın dışında bir Avrupalı lideri bekliyor.