Hamas ve Hizbullah örneğinde, silah ve teslimi meselesi, halkın çektiği insani acılara ve aynı zamanda koşullarıyla bağlantılı ahlaki boyuta ve acılarını hafifletme gerekliliğine aykırı bir seyir izliyor. Bunun nedeni, silahlanmanın, en başından beri, insanlar için barınaklar inşa etmek veya evlerinden uzakta tüneller kazmak gibi, onları önemseyen önlemlerle ilişkilendirilmemiş olmasıdır. Vaat edilen zaferden sonra yaşamlarını ve koşullarını iyileştirmeye yönelik herhangi bir toplumsal vizyonun var olmadığından ise bahsetmeye bile gerek yok. Lakin silah meselesi aynı zamanda siyasetten ve ulaşılabilir görünen hedeflerden ayrılma yolunu da izliyor. Sonuç olarak, deneyimlediğimiz ve tanık olduğumuz gibi, bu silah aracılığıyla İsrail'i -askeri bir yenilgiye uğratmak bir yana- ona zarar vermek bile tamamen konunun dışında kaldı. Ufuk ise, İsrail savaşının ve zaferinin tamamlandığına dair işaretlerle dolu ve İsrail'e karşı bir savaşa işaret eden hiçbir işaret yok.
Bu tür şeyler “umutsuzluğa sürüklemek” veya “yenilginin propagandasını yapmak” için söylenmiyor, çünkü umutsuzluk ve yenilgi zaten yeterince ve hatta daha da belirgin. Elbette, silahlı kuvvetleri tarafından yayılan yalanları ve apaçık abartıları körü körüne takip etmemizi ve bunları tekrarlamamızı isteyen sersemlerin yaydığı gibi, bunlar İsrail'e duyulan bir sevgiden veya taraflılıktan dolayı da söylenmiyor.
Durumun gerçekliğinin ve mevcut değişim olanaklarının doğru bir tanımına dayanan akıllıca bir duruş, silahları teslim etmeyi ve yenilgiyi en uç noktasında durdurmayı, ayrıca İbrani devletinin daha fazla sivili öldürüp aç bırakmasını, işgalini genişletip işgal etmesini ve yeniden inşa çalışmalarını aksatmasını engellemeyi gerektirir.
Gerçek şu ki, silah ile duyurulan ve kutlanan işlevleri arasındaki keskin kopukluk, keza silah daha fazla acı ve ölüme neden olduğu için, onun varlığını ve ona bağlanan umutları savunmada mitlerin rolü arttı. Nitekim, son zamanlarda bu silahların yalnızca İmam Mehdi'ye teslim edileceğini veya Hizbullah liderliğinin Kuzey İsrail'deki Celile bölgesini kurtarmayı düşündüğünü söyleyenlerle karşılaşıyoruz.
Örtülü olarak mitlere başvurmak birçok dış kaynaktan da destek bulmaktadır. İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden itibaren silahların, seçilmiş kurumların meşruiyetiyle rekabet eden sözde bir meşruiyet kaynağı haline geldiğini biliyoruz. Örneğin, 1945'te Ahmed Sukarno, Endonezya cumhurbaşkanı oldu ve 1967'ye kadar da bu görevi sürdürdü. Bu görevi seçilmiş olması nedeniyle değil, Hollanda sömürgeciliğine karşı “savaştığı” ve onu kovduğu için sürdürdü. Daha sonra, iktidarı ele geçiren diğer “ulusal kurtuluş hareketleri” de Sukarno örneğini izledi ve bazıları Mao Zedong'un meşhur “güç namludan çıkar” sözünü benimsedi. Böylece, sömürgeciliğin sömürgelerine taşıdığı meşruiyet kavramında Bolşevik ve Faşist kırılmaların ardından, sömürge karşıtı hareketler üçüncü bir kırılma yarattı. Bundan önce de Humeyni bu ikame sürecine kutsallık unsurunu eklemişti.
Ancak gözlemcinin, silaha sarılmanın ilk ve en önemli nedeninin içsel işlev olduğunu fark etmesi için olağanüstü zihinsel yeteneklere ihtiyacı yok. Lübnan'da ve Gazze'de de geniş halk kitlelerinin bu silahlara karşı çıktığı ve sağladığı koruma iddialarıyla alay ettiği bir sır değil.
Militanlarla sakinler arasındaki gergin ilişki ve iki milis grubunun silahsızlandırılması durumunda verecekleri tepkilerden duyulan korku, büyük olasılıkla silaha sıkı sıkı tutunma konusundaki ısrarlarını daha da artırıyor.
Burada, haklar, kurtuluş ve doğru ideolojik duruş gibi önemli meselelerin silaha sarılma bahanesi olarak kullanılmasının göz kamaştırıcı bir örneğiyle karşı karşıyayız. Daha önce, “ulusal kurtuluş hareketleri” ile bağlantılı örgütleri desteklemek için, aynı “kurtuluş hareketlerine” bağlı diğer örgütlere karşı birçok silahlı güç ve davanın iş birliği yaptığına tanık olduk. Örneğin Cezayir'de Ahmed Bin Bella ve Huari Bumedyen, Yusuf Bin Hida'nın “geçici hükümetini” devirmeyi başardılar. Güney Yemen'de Abdulfettah İsmail ve arkadaşları, önce Kahtan eş-Şaabi'yi ve daha sonra Salem Rabii Ali'yi devirmeyi başardılar. Angola Halk Kurtuluş Hareketi, rakip iki hareketi daha ezmeyi başardı…
Ancak, bu deneyimler ile Hamas ve Hizbullah'ın deneyimleri arasındaki farklar, bu deneyimlerin varoluş nedenleri olarak gösterdikleri, ülkelerinin bağımsızlığına kavuşmasına katkıda bulunmaları, Hamas ile Hizbullah’ın ise varlıklarını dayandırdıkları zaferlerden hiçbirini gerçekleştirememeleridir. Dahası, bırakmak istemedikleri silah, Cezayir, Yemen, Angola ve diğer yerlerdeki muzaffer cephelerin kurduğu türden bir otoriteye giden bir yol da değil.
Hizbullah ve Hamas'ın özelliği, tam aksine, devam eden ve katlanmaya aday bir yenilgi bağlamında mağlup olmuş silahı korumada diretmeyi hedeflemeleridir. Haşdi Şabi olarak bilinen Irak modeli bile onlar için geçerli değil. Zira ordunun DEAŞ karşısındaki yenilgisi, Haşdi Şabi'nin ortaya çıkışının, kurtarıcı bir alternatif imajının oluşmasının ve ardından gizli iç savaşın gidişatında büyük bir değişimin yaşanmasının örtük bir koşuluydu.
Genel olarak, toplumun tek ve birbirine bağlı bir bütün olduğu, bir parçasının diğerlerinden ayrı olarak anlaşılamadığı organik bir yapıyla karşı karşıyayız. Silaha gelince, başka hiçbir şeye gerek duymadan tek başına her şeyi açıklıyor. Ancak bizim durumumuzda, bu her şeyi açıklayan, onları yok eden ve yıkımlarını tamamlayan şeydir.