Düşünür Henry Kissinger, tarihte zaman zaman bir dönemin sonunu ve bir diğerinin başlangıcını işaret eden bir figürün ortaya çıktığına inanıyordu. Trump, Ulusal Güvenlik Stratejisi'ni açıklamasıyla bu figür olmuştur ve herkes, özellikle de Avrupalı liderler, bu gerçeği kavramalı. Amerikan stratejisi, dikkat ve yorum gerektiren üç unsur içeriyor; birincisi, ABD, Monroe Doktrini'ne uygun olarak Amerika kıtasına odaklanacaktır. İkincisi, müttefikleri ve düşmanları yalnızca çıkarlar belirleyecektir, değerler değil. Üçüncüsü, Avrupa, rotasını değiştirmezse “medeniyetinin yok oluşu” tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Bu strateji yeni bir şey sunmuyor; aksine, Trump'ın uygulamalarını destekliyor ve bu nedenle İkinci Dünya Savaşı sonrası düzenin gömülüşünün ilanı niteliğinde.
Trump savaşlardan hoşlanmıyor, onları para ve can kaybı olarak görüyor ve “kazan-kazan” felsefesine göre krizleri çözmek için müzakere edilmiş anlaşmaları tercih ediyor; bu felsefeyi “Anlaşma Sanatı” adlı kitabında da zikretmiştir. Ancak diğer iş adamları gibi bazı pazarları tekelleştirmek, bazılarına da katılmak istiyor. Bu nedenle, Başkan James Monroe'nun 1823 tarihli doktrinini yeniden canlandırdı. Buna göre Avrupalı sömürgeci güçlerin Latin Amerika'ya müdahale etme hakkı yoktur; karşılığında ABD de Avrupa işlerine müdahale etmemelidir. Başkan Roosevelt daha sonra bu teoriyi geliştirerek, Latin Amerika'da istikrarı sağlamak için müdahale etme hakkının yalnızca ABD'ye ait olduğunu belirtti. Trump, revize edilmiş Monroe ve Roosevelt doktrinlerini benimseyerek, Rusya, İran ve Çin'e dolaylı olarak şunu söylüyor: Ya arka bahçemizi barışçıl bir şekilde terk edersiniz ya da sizi zorla çıkarırız. Bu nedenle, uçak gemilerini Venezuela'ya göndererek sosyalist Başkan Nicolas Maduro'ya bir anlaşma teklif etti: Kişisel güvenliğinizin garantisi karşılığında iktidarı muhalefete devredin. Trump, gün geçtikçe çemberi daraltıyor, başına ödül koyuyor, petrol tankerlerine el koyuyor ve onu büyük bir uyuşturucu baronu ve Amerikan ulusal güvenliğine tehdit olarak nitelendiriyor. Bu, sonucu öngörülebilir bir tırmanma politikasıdır.
Düşmanları, dostları ve ittifakları belirleyen ise yalnızca Amerikan çıkarlarıdır. Bu, insan hakları, demokrasi, geleneksel değerler, tarihi bağlar ve uluslararası hukuk gibi diğer önemli kriterlerin yok sayılması anlamına geliyor. Uluslararası düzeni koruma, serbest ticaret, NATO ve uluslararası kurumlar gibi önceki tüm varsayımlar bu stratejide göz ardı ediliyor. Stratejide Rusya'ya yönelik herhangi bir eleştirinin olmamasının ve Ukrayna'daki özel operasyonun kınanmamasının açıklaması da budur. Bunun yerine, Ukrayna'nın egemenliği pahasına ABD'yi Avrupa'nın müttefiki veya NATO lideri olarak değil, tarafsız arabulucu olarak gösteren bir şekilde, Rusya ve Avrupa'nın çıkarlarını uzlaştırmaya yönelik bir Amerikan çabası görüyoruz. Benzer şekilde Çin, artan nükleer gücüne, askeri-sanayi ve ticari altyapısına ve önümüzdeki yıllarda Amerikan liderliğini yerinden etme olasılığına rağmen, stratejik düşman olarak sunulmuyor. Trump, Çin ile ticaret yapmaya, ardından da Çin devine karşı endişeli Asya ülkelerini askeri harcamalarını artırmaya ve Amerikan ekipmanı satın almaya teşvik ederek, Çin'i dolaylı yoldan alt etmeye çalışıyor. Bu nedenle, Japonya Başbakanı'nın ülkesinin Tayvan'a yönelik bir Çin saldırısı karşısında sessiz kalmayacağına dair açıklamalarına itiraz etmedi. Trump, başkalarının kendi çıkarlarını korumasını istiyor, böylece hem kendileri kazanıyor hem de ABD kan dökmeden bundan fayda görüyor.
Avrupa'ya karşı yöneltilen “medeniyetinin yok olacağı” suçlaması ise sözde sağlam Batı medeniyet bloğunun tabutuna son çiviyi çakıyor. Trump, liberalizme bağlı kalmanın Avrupa'nın tarihini kaybetmesine ve (Müslümanlara) göç kapılarını açmanın Yahudi-Hristiyan kimliğini kaybetmesine, belki de bazı ülkelerin demografik yapısının değişmesine yol açacağına ve bunun sonucunda NATO’da kalmasına güvenilemeyeceğine inanıyor. Bu Trumpvari liberalizm düşmanlığı, “Önce ABD” hareketinin liberalizmin Yahudi-Hristiyan medeniyetini yok ettiğine ve Amerikan teknoloji şirketlerini kısıtlayan, yabancı düşmanı aşırı sağa platform sağlamalarını engelleyen, kimliklerini geri kazanmalarını ve mültecileri kovmalarını engelleyen kasıtlı yasalar yoluyla özgürlükleri boğduğuna olan inancından kaynaklanıyor. Bu nedenle belge, Ortodoks Rusya'nın Hristiyan medeniyetini uluslararası liberalizme karşı koruduğuna, Avrupa ile Rusya arasında uzlaşma ve iş birliğinin kültürel tehdit altında olan Batı'yı kurtaracağı inancına dayalı olarak Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'e yönelik bir Amerikan eğilimini yansıtıyor. Trump'ın Ukrayna'da Rusya'nın taleplerini kabul etmekte ısrar etmesi, Avrupalı liderlere bu gerçeği kabul etmeleri için baskı yapması, kendisini onlara iyilik yapıyor ve onlar için en iyisini biliyor sanması hiç de şaşırtıcı değil. Nitekim daha da ileri giderek, güvenliği için önemli olduğunu iddia edip, Danimarka'dan Grönland'ı talep etti. Hem de Danimarka'nın 1951'de imzaladığı ve Trump’a istediği her şeyi sunan anlaşmaya rağmen. Gerçekte Trump, Avrupa'yı bir dost olarak değil, emirlerine uymak veya sonuçlarına katlanmak zorunda olan bir ast olarak görüyor.
Trump, stratejisiyle dünyayı alt üst ediyor, politikalarıyla düşmanları dostlara dönüştürüyor, yeter ki tek ölçüt kendi çıkarı olsun. Ancak politikalarıyla ister kasıtlı ister kasıtsız olsun, dünya halkları için daha karanlık ve ABD'nin kendisi için de daha tehlikeli bir dünya yaratıyor. Çünkü Avrupa ve ötesindeki müttefikler onun kaprisliliğini ve dar hesaplarını fark edecek ve “Önce ülkemiz” sloganını benimseyecekler. Böylece ABD yumuşak gücünü, özgür dünyanın liderliğini, dostluklarını ve öncü rolünü kaybedecek ve er ya da geç tarihçi Arnold Toynbee'nin şu öğüdünü anlayacaktır: “Medeniyetler öldürülmez, intihar eder.”