Fahd Süleyman Şukeyran
Suudi Arabistanlı araştırmacı yazar
TT

Şeriatın amacı ve Siyasal İslam

Makâsıdu’ş-Şeria ve Siyasal İslam 
Fıkıh Usulü alanı, herhangi bir fıkhi hükmü ortaya koyabilmenin temel dayanağını temsil ederken, herhangi bir Nassdan hüküm çıkarmanın da normatif aracıdır.
Miladi 9. yüzyılda Fıkıh usulü alanında yazılmış ve günümüze ulaşmış ilk eser İmam Şafii’nin "er-Risale"sidir. Bu eser yazıldığı günden bu yana, bütün fıkhi çalışmaların ana yörüngesi olmaya devam etmiş, içerikler ise bu esere göre şekillenmiştir. Bu eserin otoritesini kırabilecek bir metin de ortaya konamamıştır.
Nasr Hamid Ebu Zeyd’in “İmam Şafii ve Ortayol İdeolojisinin Tesisi” adlı eserinde, er-Risale’nin yazılmasında Şafii’nin düşüncesi, yaşadığı dönem ve ortamın etkili olduğunu söyleyerek tarihi bağlamına dikkat çekmesine bakılmaksızın, Fıkıh Usulü, temelleri, işlevi ve ortaya koyduğu normatif çerçeve itibariyle ve kavramsal bir araç olarak zengin bir hüküm çıkarma alanıdır.
Her bir fakih, Kıyas, İstihsan, Sahabe kavli ve uygulamaları etrafında bazı farklı düşünceler ortaya koymuş olabilir, ancak genel anlamda Fıkıh usulü, fıkıhçıların kendi içtihadi hükümlerinin temel dayanaklarını ortaya koymada sıkı sıkıya sarıldıkları bir argüman olmaya devam etmiştir.
Ancak, Miladi 14. yüzyılda, İmam Şâtıbî’nin “Makâsıd” (Gaye) nazariyesini ortaya koymasıyla bu geleneksel ezber, bir anlamda bozulmuş oldu ve bu teoriyi temel alan birçok akım ve yönelim ortaya çıktı ve bunun örnekleri oldukça fazladır.
Ahmed Mevsili’nin Wael B. Hallaq’ın  “İslam’da Fıkhi Nazariyenin Tarihi- Sünni Fıkıh Usulüne Giriş” adlı eserine yazdığı giriş yazısında önemli bir konuya dikkat çekiyor.
Hallaq’ın Şâtıbî’nin nazariyesine dair görüşlerine değinmeden önce bunu ele alalım. Kısaca Mevsili şunu ifade ediyor; Şâtıbî’nin “Muvafakat” adlı eserinde ortaya koyduğu “Makâsıd” nazariyesi iki ekolün ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır;
Birincisi; Muhammed Abduh ve Muhammed Reşid Rıza’nın temsil ettiği “Dini Islah” ekolü ile Gazali ve öğrencilerinin temsil ettiği, orta çağın ilkelerini yansıtan ve “maslahat” anlayışını öne çıkaran ekoldür.
İkincisi ise; Daha ziyade Muhammed Said Aşmavi, Fazlur Rahman, Muhammed Şahrur gibi isimlerin temsil ettiği modernist ekoldür.
Ahmed Mevsili’nin ifade ettiği kadarıyla bu ekol, geleneksel düşünceyi reddediyor ve Fıkıh Usulünün modernitenin gerçekliğinde yeniden bir okumaya tabi tutulması gerektiğini savunuyor.
Dolayısıyla iki ekole karşı karşıyayız: İlki, Dini Islah, diğeri ise liberal modernist ve bu da bize, Makâsıd nazariyesinin çağdaş etkileri hakkında konuşmamızı sağlar.
20. yüzyıl boyunca siyasal İslamcı hareketler, Şâtıbî, Karafi, Cuveyni ve geç dönemde İbn Aşur gibi âlimleri ve bu nazariyeyi, pragmatik bir fıkıh anlayışına geçiş yapabilmek için köprü olarak kullandılar. Bunu da siyasal eylemi kolaylaştırmak, Fıkhı yeniden kategorize etmek, Hilafet emellerine buradan giriş yapabilmek için yaptılar. Daha sonra değineceğiz gibi, Makâsıd nazariyesi Şâtıbî’nin istediği amaçlar dışında kullanılmaya başlanmıştır.
Örneğin, Müslüman Âlimler Birliği başkanı Yusuf el-Karadavi'nin, "İmam Şâtıbî’nin Makâsıd nazariyesi" ve Hasan el-Turabi'nin "Fıkıh Usulünün Yenilenmesi" ve daha birçok yazarın "Makâsıd"a dair Fıkıh Usulü'nün Yenilenmesi'ne dair eseri vardır. Bu durum, bilgi zenginliği anlamına gelmemektir. Bazı akımların belirli politik amaçlara ulaşmak için bu nazariyeyi atlama taşı olarak kullandığı anlamına gelmektedir. Ya da bu kesim İslam Fıkhı ve Usulünün tarihsel serüveni ve gelişimine dair sistematik araştırmalar yapıyorlar. Ama herkes biliyor ki onların hedefi bu da değildi.
Mevsili’nin atıfta bulunduğu ilk ekol, bu meseleyi ikincisinden daha fazla istismar etmiştir. İkinci ekol Makâsıd nazariyesine, insan bilimleri ve gelişimine dair yeni görüşler ortaya koymaya yarayacak kadar ilgi göstermemiştir ve bu konuda sınırlı sayıda çalışması vardır ve çalışmalardan biri de Abdulmecid Sagir’in “Usûl Düşüncesi – Usûl İlminin Kökenine dair Okumalar ve Makâsıdu’ş-Şerîa (Dinî Hükümlerin Gayeleri)” başlıklı tezidir.
Bugün bu konuya dair en güncel tezler ortaya koyan Wael B. Hallaq’tır. Araştırmaları yeniden ele alınmakta, ilim mahfillerinde tartışılmaktadır.
Klasik Fıkıh Usûlünün Yapısı ve Tarihi üzerine çalışan hiç kimse Hallaq’ın bu çalışmalarını görmezden gelemez.
Özellikle yukarıda bahsi geçen, “İslam’da Fıkhi Nazariyenin Tarihi” isimli eser bu alanda oldukça önemlidir.
Kitabın beşinci bölümünde diğer fıkıhçılar gibi katı normatif kurallar koyarak konulara giriş yapmayan Şâtıbî’nin Makâsıd nazariyesini mükemmel bir şekilde analiz ediyor.
Bilindiği üzere Şâtıbî nazariyesini oluştururken gerekli bütün delilleri ortaya koyduktan sonra istediği neticeye ulaşmak için istikra (Sorunlardan ve durumlardan kurallara varma) yöntemini kullanmayı tercih etmiştir. Ve nihayetinde aynen Namaz ve Oruç gibi kati ve sınırları belli kurallara ulaşmıştır.
Hallaq bunları analiz ettikten sonra Muvafakat’ın diğer dört bölümüne geçiş yapmıştır.
Fakat İslam Fıkıh Tarihinde Muvafakat niçin farklı bir çalışma olma özelliğini kazanmıştır?
Hallaq buna şöyle cevap veriyor: “Şâtıbî’nin nazariyesi, birikmiş problemlerin neden olduğu sıkıntılara cevap vermektedir.
Şâtıbî, varoluşsal Şeriatın amacının, üç içtihat kategorisinin korunmasında ve güçlendirilmesinde yattığını görüyordu. Bunu da Zaruriyyat-Haciyyat-Tahsiniyyat şeklinde isimlendirmiştir.
Her birinde, Müslümanların çıkarlarının bu dünyada en iyi şekilde korunmuştur. Zira Şâtıbî, Yüce Allah, kullarına yönelik bir emir ve Yasak koyarken kullarının maslahatını gözettiğini ısrarla vurgular. Yani İslam’da emir ve yasaklar, bir maslahatı gerçekleştirmek için konmuştur.” (s. 219-220)
Elbette ki Şâtıbî tarafından ortaya koyulan nazariyeyi tüm içeriği ile tıpatıp uygulamakla yükümlü değiliz.
Bilakis, kavramsal çerçeve dikkate alınarak yeniden bir okumaya tabi tutulabilir. Ya da en azından İslam Fıkhını şu iki yapıdan kurtarmada kullanabiliriz.
İslam’da emir ve yasakların hikmetlerini ve illetlerini idrak etmemizi sağlayan aklı tamamen devre dışı bırakan hurafe ve kuruntuların hâkim olduğu din anlayışı…
Diğeri de, sadece küçük mesellerle ilgilenen, mübah alanı alabildiğine daraltan, dünyada hayrı ve salahı değil de şerri esas alan Haşeviyye türü din anlayışıdır.
Bu dini anlayış, İmam Şâtıbî tarafından birinci bölümde şu şekilde eleştiriliyor; Mubah olan alan, Allah’ın kullarına genişçe lütfettiği dünyevi bir alandır,  dolayısıyla fıkhın buraya girmesine ihtiyaç yoktur.
Son olarak, fıkhın güçlendirilmesi ve kurumlarının geliştirilmesi, İslam Fıkhı ve tarihinin diğer birçok sosyal bilimlerle işbirliği yapmasını zorunlu kılmaktadır.
Araştırma merkezlerinin önündeki en büyük engel de bunun gerçekleştirilemiyor olmasıdır.