Nedim Kuteyş
Lübnanlı gazeteci
TT

​İran dünyaya İsrail kapısından hitap ettiğinde

ABD’nin İran’a karşı yaptırımlarını tekrar yürürlüğü sokmasının ardından Tahran, bu yaptırımların kendisini etkilemeyeceğine dair takındığı kibirli tavrını çok sürdüremedi.
İran’ın yaptırımların başarısız olacağına dair güvencesi, bir bölümü ile Avrupa’yı kutuplaştırma, Atlantik’in iki yakası arasındaki anlaşmazlığı derinleştirmek, 5+1 grubunun farklı ekonomik ve siyasi çıkarları ile oynama çabasına dayanıyordu. Bütün güvenceler salt bir propagandadan ibaret değildi. Bilakis aralarında Avrupa’nın nükleer anlaşmayı korumaya yönelik ciddi isteğinin de bulunduğu gerçekçi temellere sahipti.
Öyle ki Avrupa, bununla da yetinmeyerek İran yönetimine ABD yaptırımlarını delmek, petrol satışını ve bundan gelir elde etmeyi sürdürmesine imkanı verecek bir ‘geri ödeme mekanizması’ bulmak için büyük bir çaba harcadı ve harcamaya da devam etmektedir. Ama çok geçmeden Avrupalı hükümetlerin özel sektörü, İran ile ticari ilişkileri sürdürme ve ABD yaptırımlarını ve uyarılarını görmezden gelme macerasına sürüklemeye gücünün yetmediği ortaya çıktı.
Zira petrol, ulaşım ve sigorta alanında faaliyet gösteren dev ekonomik, mali ve ticari şirketler ile bankalar, ABD pazarı ve onun aracılığıyla küresel pazarlardaki varlıklarını ve ticari ilişkilerini tehdit edebilecek tehlikelerden kaçınmak için İran pazarından çekilmeyi seçtiler.
ABD Başkanı Donald Trump yönetimi, aralarında Çin, Japonya ve Güney Kore’nin bulunduğu İran’ın en büyük petrol ithalatçısı olan 8 ülkeye geçici bir süreliğine muafiyet sağlamıştır. İran’ın bu muafiyetten sonra artan atıp tutmalarının ve bunun ABD’nin yenilgisi ve yaptırım politikasının iflası anlamına geldiğine yönelik açıklamalarının çok geçmeden gerçekle hiçbir ilgisi olmadığı ortaya çıkmıştır.
 Çünkü bu muafiyetler, İran petrolünün en büyük ithalatçısı olan ülkelere ABD yaptırımlarından ve etkilerinden korkmadan Tahran’dan petrol alımlarını sürdürmelerine imkan verse de petrol sektörü verileri, İran’ın ham petrol ihracatının içinde bulunduğumuz Ocak ayı ile birlikte son 3 aydır şiddetli bir şekilde gerilediğini göstermektedir.
Bu da İran yönetiminin yeni ABD yaptırımları nedeniyle kendilerine muafiyet sağlanan ülkelerin çoğunda bile müşteri bulmakta zorluklarla karşı karşıya olduğu anlamına gelmektedir. Aynı şekilde petrol ihracatının 2012’den 2016’ya kadar süren birinci yaptırımlar dönemindeki seviyesine geri döndüğünü de göstermektedir.
Yaptırımların etkisi sadece petrol alım satımının miktarını ve niceliğini ölçen kriterler ile ölçülmemelidir. Bilakis bu yaptırımlardan doğan ve petrol ithal eden büyük şirketlerin gelecek planları ve pazar değeri konularında büyük kararlar almakla yükümlü yönetim kurullarının petrol ihtiyaçlarını karşılamak için daha güvenilir ve istikrarlı kaynakları araştırmaya iten huzursuzluk ortamının büyüklüğü ile ölçülmelidir. Çünkü bu büyük şirketlerin en çok ihtiyaçları olan şey piyasaların durumunu ve üretimi önceden tahmin edebilme kabiliyeti ve İran petrol pazarı örneğinde olduğu gibi pazar stratejisini çok daha istikrarlı etkenlere dayandırmaktır.
İran’ın ABD yaptırımlarını delme politikasının, hem Avrupa hem de Asya kapısında başarısız olması İran’la siyasi çatışmanın şiddetinin arttığı bir döneme denk gelmiştir. ABD Başkanı Trump’ın nükleer anlaşmadan çekilmesinin ardından İran ve Avrupa arasındaki balayına rağmen AB’den de Tahran’ı şaşkınlığa uğratan bir darbe gelmekte gecikmemiştir.
AB, Hollanda, Fransa ve Danimarka’da İranlı muhaliflere karşı suikast eylemlerine karışmakla suçlanan İran istihbarat servislerine yaptırım uygulama kararı almıştır. Elbette bu yaptırımların ABD tarafından açık bir şekilde memnuniyetle karşılandığını belirtmeye gerek bile yoktur.
İran’ın nükleer anlaşmanın maddelerine ve 2231 numaralı BM kararına aykırı davranarak yeniden uranyum zenginleştirme faaliyetlerine dönme niyetinde olması göz önüne alınırsa İran-Avrupa ilişkilerinin daha da karmaşıklaşacağı tahmin edilmektedir. Bu da İran’ın tutumunu daha açık bir hale gelirken Avrupa’nın nükleer anlaşmayı sürdürmekte ve yararlı olduğunu savunmakta daha çok zorlanacağı anlamına gelmektedir.
Eğer İran’ın uranyumu zenginleştirme faaliyetlerine geri döneceğine yönelik açıklamaları İran’ın her zamanki meydan okuyucu tavrı ile uyuşuyorsa, bunun bazı tehlikeli yan etkileri olacağı bilinmelidir. İçinde bulunduğu zor ekonomik koşullarda ve ABD’nin Tahran’a karşı sert bir politika benimsediği ve mümkün olduğunca çok devleti İran’a karşı seferber etmek için çaba harcadığı bir dönemde, İran’ın yalnızlığının ve izolasyonun artması bu tehlikelerin başında gelmektedir.
Bunun en büyük kanıtı da Ortadoğu’ya düzenlediği ziyaret sırasında ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun Polonya’da 13-14 Şubat’ta yaklaşık 70 ülkenin katılacağı bir zirvenin düzenleneceğine yönelik açıklamalarıdır. Pompeo, ayrıca bu zirvenin Ortadoğu’nın güvenliğine ve istikrarına odaklanacağını ve hedefleri arasında İran’ın bölgenin istikrarını tehdit eden etkilerini sınırlamak olduğunu da belirtmiştir. Pompeo’nun Ortadoğu’da gerçekleştirdiği ziyaretler sırasında yaptığı bütün açıklamaların ve özellikle de Kahire konuşmasının ortak özelliği, İran’la ve bölgesel politikaları ile mücadeleye odaklanmış olmasıdır.
Wall Street Journal gazetesine göre geçtiğimiz Eylül ayında Bağdat’ta ABD Büyükelçiliği’nin yer aldığı Yeşil Bölge’yi hedef alan saldırının arkasında İran’a bağlı milis güçlerin olduğu şüphesi üzerine Beyaz Saray, Pentagon’dan kendisine İran’a yönelik askeri operasyon seçeneklerini sunmasını talep etmiştir. Bu haber, İran’ı halihazırda çok daha karanlık ve kötü bir durumun beklediğini göstermektedir.
Askeri liderlerin Beyaz Saray için planlar hazırlaması normaldir. Ama Beyaz Saray’ın bu yönde bir talep de bulunduğunun basında yer alması ancak ABD’nin İran’ın politikalarına karşı tutumunda ciddi olduğuna yönelik İran yönetimine gönderdiği bir mesaj olarak okunabilir. Buna bir de İsrail’in İran’a karşı darbelerini arttırması ve İran’ın askeri gücünü ve saygınlığını büyük ölçüde kaybetmesine neden olacak kadar Suriye’deki güçlerini ve mevzilerini hedef alan saldırılarını yoğunlaştırmasını da ekleyebiliriz.
Ekonomik bir darboğazın ötesinde büyük bir iç krizin, rejimin içerisinde İslam Cumhuriyeti’nin seçenekleri ve geleceğine yönelik yaşanan derin çatışmanın ışığında İran’ın şu anda zor bir karar aşamasında olduğunu söyleyebiliriz. İran’ın siyasi seçenekler, devlet ve rejim projesi ile ilgili içeride yaşadığı bu çatışmayı belki de en iyi İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif’in “büyük” sözleri özetlemektedir. İran Dışişleri Bakanı’na ülkesinin İsrail politikasını açık bir şekilde inkar ederek hiçbir İranlı yetkilinin İsrail’i yerle bir etmekle tehdit etmediğini belirtti.
Zarif ‘in bu sözleri, İsrail’e yönelik olsa da aslında tüm dünyayı muhatap almaktadır. Aramızda bazıları  kendilerini çok akıllı zannediyorlar... Acaba!