Emir Tahiri
İranlı gazeteci-yazar
TT

Ayetullah jokeri kullanırsa

Batı ülkelerindeki ‘İran uzmanları’, uzun yıllar İslam Devrim Muhafızları’na İslam Cumhuriyeti’ndeki ‘derin devlet’ nazarıyla baktı. Ancak 31 İran eyaletinin 22’sini vuran sellerin ardından İran’da son birkaç hafta içerisinde yaşanan hadiseler, bu düşünceyi tekrar gözden geçirmeye davetiye çıkarabilir. Gerçeklik zemininde bu seller, İran’ın bir hükümete sahip olmadığı ve İslam Devrim Muhafızları’nın ister derinde ister yüzeyde bir hükümet olmaktan ziyade büyük bir güvenlik ve ticaret kuruluşuna daha yakın görüldüğü gerçeğini ortaya koydu.
Kargaşa ve sıkıntılarla geçen ilk hafta gösterdi ki her ne kadar yöneticileri övünse de Devrim Muhafızları, belirgin ve etkin bir kurtarma planı uygulayamadı.
O kadar ki Devrim Muhafızları Komutanı General Muhammed Ali Caferi, felaketzede bölgelere gidemedi. Bunun ardından zarara uğrayanlardan bir kısmı tarafından Devrim Muhafızlarına karşı sınırlı gösteriler düzenlendi.
Gösterinin amacı ise maddi kazançlar elde etmek amacıyla yaptıkları demiryolları ve barajlar için sağlam olmayan inşaat faaliyetleri yürüterek sellere yol açan Muhafızlara suçlama yöneltmekti.
Devrim Muhafızları ile öfkeli vatandaşlar arasında çatışmalar meydana gelmesinden endişelenen Devrim Muhafızları Genelkurmay Başkanı General Muhammed Bakıri, Muhafızların kamusal alanlarda silah taşımasını yasaklayan bir karar çıkardı. Böylece bu güçler, öfkeli kalabalıklar tarafından gerçekleşecek saldırılara maruz kalma tehlikesini de içerebilecek hiçbir kurtarma operasyonunu yürütemez oldu. Bunun yanı sıra başka bir tehlike daha vardı ki o da Muhafızlara bağlı yerel birliklerin hemşerileri olan göstericilerin saflarına meyletme ihtimali. Aynı şekilde üst düzey mollalara da güvenlikleri sağlanamayacağı için felakete uğramış noktalardan uzak durmaları öğütlendi. Bundan doğan boşluk, Rejim Ordusu birliklerine bazı yardım faaliyetleri üzerinden vatandaşlara kendilerinin halen var olduklarını hatırlatma imkânı sağladı.
Vatandaşlar ile ordu mensupları arasında göze çarpan ve zihinlere mollaların iktidarı ele geçirmesinden önceki ‘güzel mazinin’ hatırasını düşüren karşılıklı sevgi gösterileri, “Yüce Rehber” Ali Hamaney’e yakın bazı çevrelerde bir kaygı uyandırdı.
Ordu kendisine güven duyulabilecek bir seçenek olarak görülmezken Devrim Muhafızlarına olan güvenin, kıvrımlarında büyük tehlikeler taşıdığını göz önüne alan Hamaney, elinde bulundurduğu jokeri masaya sürmeye karar verdi: Humeyni rejiminin en yüksek madalyalarına layık görülen ‘Zülfikâr’ namıyla meşhur Kasım Süleymani.
Batılı isimlerin ve basın organlarının aktardığı üzere resmi propaganda çabaları, Süleymani için The Scarlet … romanının kahramanı ile Napolyon Bonapart’ın özelliklerini şahsında toplayan bir kişi imajı çizmeye dayalıydı. Propaganda bununla da sınırlı kalmadı ve rejime çalışan diller, Süleymani’yi överken gülünç derecede aşırıya kaçtı. Mesela BBC Farsça’dan Mesud Behnud, Süleymani’yi tarif ederken ‘İran tarihinde farklı bir iz bırakan ruhani liderlerden biri’ ifadesini kullandı. Emekli Diplomat Celil Bahar da Süleymani’nin tıpkı geçen asır İran’ı çökmekten kurtaran Rıza Pehlevi gibi ülke için bir ‘kurtarıcı’ olabileceğine dair inancını dile getirdi. Hamaney’in eğilimlerini yansıtan günlük gazete Keyhan ise Süleymani’nin Suriye’nin diktatörü Beşşar Esed’i iktidarda tuttuğunu, Irak ve Suriye’de DEAŞ ve el-Kaide örgütlerini hezimete uğrattığını, Yemen’in bir kısmına egemenliğini dayattığını ve bunların hepsini neredeyse tek başına gerçekleştirdiğini iddia etti.
Süleymani’nin destekçileri, Amerikalı General Stanley A. McChriystal’in Süleymani hakkındaki ‘büyük bir strateji düşünürü’ nitelemesini tekrar edip duruyor.
Süleymani, yardım faaliyetlerinin sorumluluğunu üstleneceğini duyurmak için televizyon ekranlarında göründüğünde birçokları bunu, ‘Süpermen’in zor zamanlarda ülkeyi kurtarmak için olaya el atmasına benzetti.
Öte yandan Süleymani bazı yardımcılarını toplayarak Huzistan eyaletine doğru yola koyuldu. Bunu yapmaktaki amaç, herkese daha önce ne Cumhurbaşkanı Ruhani’nin ne de Devrim Muhafızları Komutanı Aziz Caferi’nin gitmeye cesaret ettiği bir yere gitme cesaretinde bulunduğunu göstermekti.
Bundan sonra engeller serisi başladı.
Süleymani, demiryolu hatları kesintilerinin sel taşkınlarına yol açtığı Endimeşk bölgesinde kendisini mahsur kaldı ve Kızılay Hareketi’ne ait bir helikoptere binmek zorunda kaldı. Bu durum yerel Arap kabileleri mensupları ile ‘selfie’ çektiği Molaşiye bölgesinde devam etti. Orada da aynı şekilde koyun ve inek taşımacılığı yapan bir nakliyat şirketi tarafından bir araç sağlanana kadar mahsur kaldı. Dikkat çekici olan şuydu ki Süleymani, kendi güvenliğini Devrim Muhafızları veya İslam Güvenlik Birimlerine emanet etmemeyi tercih ederek Haşdi Şabi güçlerinden olan Iraklı birlikleri çağırdı.
Iraklı ücretli askerlerin çağırılması Hamaney’in gerçek kriz durumlarında rejime bağlı askerlik ve güvenlik teşkilatına güvenmeyerek yabancı unsurlara bel bağladığını ortaya koydu. Tahran’daki İslamcı Devrim Mahkemesi Başkanı Musa Gazanferabadi, bu konudaki düşüncesini şu sözlerle ifade etti: “İnsanlar devrime yardım elini uzatmazsa devrimi savunmak için işte böyle Iraklı Haşdi Şabi, Afganistanlı Fatımiler, Pakistanlı Zeynebiler, Yemenli Husiler ve Lübnanlı Hizbullah gelecek”.
Süleymani’nin Huzistan deneyimi bana, Mart 1938’de güçlerine Avusturya’yı Almanya’ya katmak üzere işgal etme emri veren Adolf Hitler’in başına gelen benzer bir gülünçlüğü hatırlattı. Karara bağlandığı üzere Panzer ekiplerinin 12 Mart sabahı Braunau sınırlarına girmesi ve güneş batmadan önce de Viyana’ya ulaşması gerekiyordu. Führer de bundan kısa bir süre sonra kutlama gecesi için birliklere katılacaktı. SS (Schutzstaffel) Birlikleri ile diğer faşist topluluklar gerçekten de General Heinz Guderian’ın ortaya attığı ‘yıldırım savaşı (blitzkrieg)’ teorisini denemeyi beklerken yol boyu kutlama yaptı.
Bununla beraber gece koyulaştı ancak ne Alman ordusundan ne de Führer’den bir iz vardı. Daha sonra anlaşıldı ki tanklar ve zırhlı araçlardan birçoğunun motorlarında sorun çıkmış ve bu da ardında büyük bir trafik krizi yaratmış. Şiddetli öfkesine rağmen Führer de kendisini mahsur kalmış halde buldu. Sonunda Schutzstaffel birlikleri, Führer’in tanklarını ve araçlarını Viyana’ya nakletmek için çoğunlukla koyun ve sığır taşımacılığında kullanılan demiryolu araçlarına yönelmek zorunda kaldı. İşin nihayetinde Führer ve maiyeti, epey geç bir vakitte aç ve terli bir halde şehre vardı.
O zaman Time dergisi, ‘saat gibi çalışıyor’ diye Hitler’in ordusuna övgüde bulundu. Ancak gerçeklik saatin, Diktatörün piyasaya sürdüğü zayıf propagandaların ve abartıların ağırlığı karşısında arıza çıkardığı ve Batı’daki bazı seslerin de buna kurban gittiğini ispatladı.
Elbette ne İslam Cumhuriyeti, Nazi Almanya’sı ne de Kasım Süleymani, Adolf Hitler. Bununla beraber iki olayda da ortak payda, Batı saflığının barbar bir rejim gücü ile vasat bir lidere yönelik değerlendirmelerdeki abartıya katkı sağlaması ve dolayısıyla hayatta kalmak için böylesi rejimlere ve liderlere yönelik korku halini yaygınlaştırmasıdır.