Futbolda Avrupa’da mevzi başarı elde ettiğimiz zamanlar bu tezahürat çok cazipti. İçinde adeta yüz yıllardır süregiden aşağılık kompleksimizin haykırışını barındırıyordu.
Avrupa! Avrupa! Duy sesimizi!
Avrupa sesimizi duydu mu? Hiç sanmam. Hadi duydu diyelim duysa ne olacaktı ki? Kendinden olmayana hiç esirgemeden fırlattığı kibirli bakışında bir düzelme mi bekliyorduk? Onu da hiç sanmam. Belki en fazla mağlubiyet duygusunun kalıcı etkisinden kurtulma çabasıydı.
Şimdi nereden çıktı bu diye soracak olan varsa; 9 Mayıs Gününün “Avrupa Günü” olması münasebetiyle hatırlandı.
1950 yılında, Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schuman, Fransa ve Almanya’nın kömür ve çelik üretimini birleştirme ve tek elden yönetmeye dair bir bildiri okumuştu. Bu bildiri tarihe "Avrupa Birliğinin" temeli olarak geçti. Avrupa barışı için birlik, 1985 yılında Milano'da yapılan AB Zirvesi'nde resmileşti. Günün tarihi, 9 Mayıs "Avrupa Günü" ilan edildi. Edildi de bu birlik sağlandı mı, sağlandıktan sonra ne derecede sağlıklı yürüdü, bu birliğe kimler alındı, kimler alınmamak için kırk dereden su getirildi? Bu soruların cevabı doğrudan bu yazının konusunu ilgilendirmiyor. Bizi asıl ilgilendiren konu, “Avrupa! Avrupa! Duy sesimizi!” diye haykırmamıza sebep olan duygu durumudur.
Her dokuz mayısta Avrupa gününü kutlamak yerine Avrupa ile olan ilişkimizi elle tutulur bir zemine oturtmamızın önceliğini düşünmekte fayda var. Eğer iddia edildiği gibi sorunun bilinç altında yatan aşağılık kompleksi ise onun dışa vuran kısmını tahlil etmekte hiç zorlanmayız. Sonuçta aşırı hayranlık da kayıtsız şartsız nefret ve düşmanlık da aynı kompleksten doğuyor olabilir.
Ziya Paşa’nın (1825 / 1880) “Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm / Dolaştım mülk-i İslam’ı hep viraneler gördüm” beytinde bu aşağılık kompleksinin izini sürebileceğimiz işaretler var. O işaretleri doğru anlamlandırabilmek için Mustafa Reşit Paşa’nın 1839 yılında Gülhane Parkında okuduğu ve adına “Gülhane Hattı Hümayunu” denilen padişah fermanını hatırlamak da şarttır. Bu ferman tarihe “Tanzimat Fermanı” olarak geçecek ve yaklaşık yüz elli yıldır devam eden batılılaşma çabasının ilk resmî belgesi olarak kabul edilecekti. Tahtta Abdülmecit vardır. Abdülmecit İkinci Mahmut’un oğluydu. İkinci Mahmut, dakikalarla ölçülen bir ölüm kalım mücadelesinin akabinde tahta geçmiş ve tahtta kaldığı otuz yıl boyunca devleti yeniden yapılandırmak için uğraşmıştı. Devletin yeniden yapılanmasının ana ekseni Avrupa’ya benzemekti. Mantık basitti. İşler kötüye gidiyordu. Başta askerlik ve ilmiye olmak üzere her şey kokuşmuştu. Galip gelen Avrupalılar olduğuna göre galipleri taklit etmek kurtuluş reçetesi olmalıydı. İkinci Mahmut’un orduyu yeniden teşkilatlandırması, kanun ve nizamnameler çıkarması, eğitim alanında Avrupai değişiklikler yapması ve benzeri ıslahatları sakalını kısa kesmesi, şalvar yerine pantolon giymesi, resmini devlet dairelerine asmasının gölgesinde kalmıştı.
Tekrar Ziya Paşa’nın şiirine dönecek olursak Avrupa’ya karşı duyulan duygu durumunun çok uzun yıllardır devam eden bir kompleksin sonucu olduğunu görürüz. Şiirdeki ifadesiyle gezilen, kâşaneler ve beldeler görülen “Diyar-ı Küfür” Avrupa’dır. Karşıtı ise Asya değil “Mülk-i İslam’dır” Hindistan, Çin, Japonya, Rusya hariç bırakılmıştır. Ayrıca Avrupa’nın, Rönesans’ını, sanayi devrimini, sömürgeciliğini, okyanus ötesine gönderdiği kaşiflerini, Fransız İhtilalini, bilimin kilisenin egemenliğinden alınmasını, Hegel’i , Darwin’i, Makyavel’i, Volter’i de dışarda bırakmıştır. Hepsi dışarda kalsa bile adına “Reconquista” denilen İspanya’yı Müslümanlardan ve onların izlerinden tamamen temizleme anlamına gelen köklü ideolojinin dışarda kalmaması gerekirdi. İhtimal ki bu temel unsurların dışarıda bırakılması yüzünden, Avrupa’ya bilim ve teknoloji öğrenmesi için gönderilen öğrencilerin neredeyse tamamı edebiyat ve sanat başlığı altına tıkıştırılan sosyal hayatla ilgilenmişler, orada gördüklerine, şaşırmışlar, hayran kalmışlar sonra o sosyal hayatı kendi ülkelerine taşımayı kutsal bir cihat saymışlardı.
Ziya Paşa’nın, mülk-i İslam’daki abide eserleri, bugünün bilgisi ve becerisiyle bile aşılması kolay görünmeyen mimariyi, şiiri, sanatı, bilimin belli bir döneminin taşınmasını sağlayan ana dinamikleri görmemesi mümkün değildi. Olan ne varsa hepsini “virane” olarak nitelemek inkârdan başka bir anlama gelmiyordu.
Artık köprülerin altından çok sular aktı. Sanayi devrimi tarım devrimi kadar eskide kaldı. Gün küreselleşme günüdür, gün sınırların önemsizleştiği bilgi ve iletişim devrimi günüdür. Bilgi sihre dönüşecek kadar sıçradı. Dünyanın en ücra köşesinde yaşayan insanlar bile büyük metropollerde yaşayan insanlar kadar modernlik sofrasından yararlanmak sevdasındadır. Ne ıslahatı ne batılılaşması ne Avrupa hayranlığı der misiniz?
Peki o zaman oğul Bush Irak Savaşı öncesinde kendi kamuoyunu aydınlatmak için “köle kadının çocuklarıyla savaşmaya gidiyoruz” gibi bir cümleyle binlerce yıl öncesinin sembollerine neden başvurmak ihtiyacı hissetmişti? Bir de buna eklenecek “yaşam tarzı” tabiri üzerinden üretilen çatışma paradigmasını var.
Avrupa sesimizi duymaz. Çünkü o bizi ancak kendimiz olmaktan vazgeçmek şartıyla kabul edecektir. Yaşam tarzımızı değiştirmemizi kendimiz olmaktan vazgeçmemizin kanıtı olarak da asla görmeyecektir.
TT
Avrupa! Avrupa! Duy sesimizi!
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة