Davud Ferhan
Iraklı yazar
TT

İran: Gelecek olanı beklerken

Geçtiğimiz 2 ay içerisinde İran; hükümet yetkilileri, Devrim Muhafızları komutanları ve bizzat Dini Lider tarafından yapılan boş ateşli açıklamalar ya da ticari gemiler ile Körfez kıyılarını hedef alan tacizler, ABD’ye ait bir uçağın düşürülmesi hatta Suriye limanlarından birine gidecek olan bir İran petrol tankerinin Cebeli Tarık Boğazı’ndan gizilice geçmeye çalışması aracılığıyla ABD’yi kışkırtmaya çalıştı.
Tahran bunu yaparak, ABD Başkanı Donald Trump’ın, defalarca işaret ettiği kırmızı çizginin etkinliğini test etmeye çalıştı. Nitekim Trump birçok kez; İran’ın Hürmüz Boğazı, Babul Mendep ya da diğer boğaz ve körfezlerde uluslararası deniz trafiğini aksatma, yakın ABD üslerini ve Bağdat’ta Yeşil Bölge’de bulunan ABD Büyükelçiliği’ni hedef almasının kırmızı çizgisi olduğunu belirtmişti.
İran’ın şu ana kadar testte başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Yeşil çizgi kırmızı çizgiye dönüşmeden istediği her şeyi yaptı. Ama görünen o ki ortada kimsenin fark etmediği sarı bir çizgi de vardı. Çünkü İran rejimi, istediği zaman istediği şeyi yapıp ardından elinde nargile ile ekranların karşısına geçerek ABD Başkanı’nın İran ile koşulsuz bir şekilde müzakarelere hazır olduğuna yönelik yeni tweetini bekler bir hale geldi. Peki ne oldu da durum bu hale geldi?
Washington; İran’ın “nükleer anlaşma” denilen söz dinleme aşamasına geri dönmesinin sağlanması gerektiğini düşünen Londra, Paris ve Berlin’in adımlarını takip etmektedir. ABD Başkanı da;”Benim acelem yok!” diyerek ekonomik yaptırımların meyvelerini vermesini beklemektedir. Oysa Tahran bu şekilde bedavaya zaman satın alarak nükleer bir bomba üretmek için zamanla yarışmaktadır. Nükleer bir bombaya sahip olduğunda ise ABD onunla, nükleer güce sahip olan Kuzey Kore ile yürüttüğüne benzer müzakareler yürütmek için “Barış Köyü” Panmunjom’a başvurmak zorunda kalabilir. O zaman Washington,Tahran ile yasaklı silahları yerine uluslararası nükleer güce sahip ülkeler ligine kabul şartlarını müzakare ediyor olacak.
Merkezi yönetime sahip rejimlere karşı ekonomik yaptırımların bir yararı olmayabilir. Örneğin Irak, 1990 yılından 2003 yılına kadar çok daha planlı ve amansız bir ambargoya maruz kaldı ama bu, bir karış bile olsa tutumundan geri adım atmasını sağlayamadı. ABD’nin zayıflamış ve tükenmiş Irak savunmasından kat be kat üstün bir saldırı gücünün ve hücumunun ağırlığı olmasaydı olana olmaz ve Bağdat’a bir İranlı bile giremezdi.
Mollalar rejiminin yaptığı tek şey; düşmanlarının dikkatini sorunun özünden uzaklaştırmaktır. Nitekim örneğin ABD’nin, sorunun özünü görmesini engelleyecek bir konunun yani kayıtsız şartsız müzakarelere dönme konusunun arkasında saklanmasını sağlamakta başarılı oldu. Tahran’ın ABD’nin ön koşulsuz müzakarelere verdiği yanıt ise; ABD yaptırımlardan geri adım atmadan önce müzakare masasına dönmeyeceğiz oldu. ABD de Tahran müzakarelere dönmeyi kabul etmedikçe yaptırımlardan geri adım atmayı reddetti. İşte tam bu noktada AB ülkelerinden “izciler”inin oluşturduğu bir gönüllüler grubu, tarafların niyetlerini ve beklentilerini yorumlamak için devreye girdi ve İran’ı bu açmazdan kurtaracak cankurtaranları hazırladı.
Geçmişte Irak’a yönelik tutumları ile karşılaştırdığımızda AB ülkelerinin İran sözkonusu olduğunda bir dereceye kadar fırsatçı bir rol oynadığını söyleyebiliriz. Nitekim Fransa Cumhurbaşkanı; İran’ın yeterince şiştiğini, kibirli, saldırgan, canavar gibi bir ülkeye dönüştüğünü, onun için ağrı kesicilerin, merhamet önerilerinin ve açık pencere seçeneğinin artık bir faydası olmadığını çok iyi bilmesine rağmne “arabulucu” rolünü oynamaktan kaçınmadı.
İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif’in New York ve diğer dünya başkentlerindne yaptığ açıklamaları okuyanlar İran’n; turist gemilerine, ticaret limanlarına, barışçıl nükleer reaktörlerine, sevimli silahlı milislerine düzenlenen saldırılardan, Irak, Suriye, Lübnan, Yemen, Bahreyn, Gazze ve Afganistan’a yönelik masum müdahaleleri için kendisine yöneltilen suçlamalardan kurtarılması için yardım eli uzatılması gereken masum ve suçsuz ülke olduğunu zanneder.
Ama biz açık ve net bir Farsça ile: İran rejimi’nin; şeytani, haydut, uluslararası hukuka uymayan, yukarıda saydığımız bütün ülkelerde eski sömürgeci devletlerin kara tarihinin bir parçası haline geldiğini düşündüğümüz eski sömürgeci teorileri uygulayan bir devlet olduğunun altını çizeceğiz.
Bağdat’taki İran büyükelçisi; yirmili ve otuzlu yıllarda monarşi ile yönetilen Irak’ta kaderini yöneten İngiliz arkeolog Miss Bell’in romanlarında okuduğumuz İngiliz Yüksek Komiseri rolünü oynamaktadır. Bu gururlu ve kibirli büyükelçi, herhangi bir ülkede herhangi bir büyükelçi için başvurulacak tek yasal kapının Dışişleri bakanlığı olduğuna dair tüm teamülleri görmezden gelerek Bağdat’ta ziyaret etmediği, ülkesinin taleplerini dayatmadığı tek bir bakanlık bile bırakmamıştır. Hatta ülkesinde kendi yetki alanına girmediği için rejim kendisine, Devrim Muhafızları’na ait en küçük karargahı bile ziyaret etme izni vermezken İçişleri Bakanlığı’na bağlı dairelere, Irak ordusunun illerdeki kamplarına saha ziyaretleri düzenlemiştir.
Bu durum, İran’ın iç işleri için normaldir. Çünkü İran’da Velayet-i Fakih’in yetkileri ve direktifleri doğrultusunda sadece mollalar İran’ın içişlerine karışabilirler. Mollalar ülkelerindeki bakanlara kendi emirleri altındaki görevliler gibi davranmaktadırlar.  Bu durum; başbakandan tutun aralarında bugün söylediklerini yarın yalanlayan dışişleri bakanının da bulunduğu bütün bakanlar için geçerlidir.
İran dengesini tamamen yitirmiş ve artık uluslararası hukuka, deniz seyir özgürlüğüne saygısı olan, komşu ülkelere saldırmayan ya da iç işlerine karışmayan iyi bir komşu ülke olmaktan çıkmıştır. Altmışlı ve yetmişli yıllarda eski İran Şahı Muhammed Pehlevi’yi “bölgenin polisi” olarak nitelerken bugün İran dini lideri kendisini bölgenin “hükümdarı”atamıştır. Kendisini cennete giriş “biletlerini” elinde tutan tek varlık olarak görmektedir.
Şu andan başlayıp ABD Başkanı Trump’ın tweet bilgisayarının şarjı tükenip siyasi olduğunu zannettiği “duygusal” tweet ve tehditlerini yazmayı bırakana kadar ne kendisi ne de bir başkası için barış istemeyen bu şeytani devletten her şeyi beklemeliyiz.
Her halükarda bizler, merhum Iraklı şair Abdulvehhab Beyati’nin dediği gibi bir kahvehanede oturmuş “gelip gelmeyenleri” beklemekteyiz.