Dilaver Demirağ
Araştırmacı-Yazar ve doğa korumacı aktivist
TT

Merhamet mi kalkınma mı?

Kalkınma vaat ettiklerinin hiç birini yapmaz siz tüm kaynaklarınızı zorlarken, asıl “kalkınan” yani zenginleşen çok uluslu şirketler olur.
Kaz Dağları’nda yaşanan ağaç katliamı hatta soykırımı -tıpkı Amazon ve dünyanın başka yerlerindeki gibi- sonrası gündeme gelen “Bu madenler yeraltında mı kalsın, elbette çıkartılacak”, “Ağaçlar kesiliyor zaten” vb. ekonomisttik yorumların dindar insanlardan gelmesini doğrusu çok yadırgadım.
Ve şunu sorasım geldi Müslümanlar ne ara sömürgeci şapkasını kafasına giydi? Öyle ya bu tür söylemler fena halde rasyonalist, fena halde batı kapitalizminin maddeciliğine dayalı bir iktisadi rasyonalizmi içeriyor.
Biliyorum hemen “İyi de Müslümanız diye batı karşısında bağımsız kalmamızı sağlayacak olan iktisadi kalkınmayı reddedip batıya bağımlı mı olalım” şeklinde emperyalizm karşıtı kılığa sokulmuş klasik milliyetçiliği -ki bu ne kadar hakikate tekabül ediyor o da ayrı bir soru ya- dinle soslayarak karşıma dikeceklerdir. Ancak İslamcılara şunu hatırlatmak isterim; AKP iktidar olmadan önce Batı Taklitçiliği diyen Batılı ekonomi uygulamalarını batı sömürgeciliğine maruz kalmak olarak tanımlayan; ilerleme vb. kavramları modernizm diyerek çemkiren İslami kesim, iktidar olunca tüm bunları unutup klasik milliyetçiliği din sosuna bulayarak bildiğimiz merkez sağ politikacılar gibi konuşup davranmaya başladılar.
İslamcılığın açmazları, çelişkileri ve hatta tutarsızlıkları, bir anda reel politikçi kesilmeleri apayrı bir konu ancak şu anda bir zamanlar “çevresizsiniz diyenler” İngury dergisinde Ziyaüddin Serdar vb. yazarları çevirip radikal ekolojistler gibi batı teknolojisini eleştiriyorlardı, İslam ekonomisinin Kapitalizm ile Sosyalizm gibi modernist ikizlerden farklı olduğunu söylüyorlardı. Ancak AKP iktidar olur olmaz bunların tamamı unutuldu ve paranın dini olmaza geçilerek kapitalist ekonomiye hızla entegre olundu.
Tarih iktidar olunca eski söylemlerini çabucak unutan ve çöpe atan ideolojiler ile doludur o yüzden Kaz Dağları’nda yaşanan ekolojik soykırımı mazur göstermek için “Ağaçlar zaten kesiliyor” diyerek reel politiğin hızlı savunuru olanları yadırgamıyorum, sadece “Dün dündür bugün bugündür”ün entelektüel savunucusu olarak Süleyman Demirelciliğin fotokopisi olmalarını yüzlerine vuruyorum.
Bu yazıda birilerini fena halde rahatsız edeceğimi, dahası ütopik ve romantik bir çevreciliği dolaşıma sokarak ister istemez emperyalizme hizmet etmekle suçlanacağımı da biliyorum. Bunlardan “ütopik” ve “romantik” olmak tanımlarını büyük bir şerefle üstleniyorum; emperyalizme hizmet suçlamasını ise bana bu eleştiri ile gelenlere yansıtıyorum ve “Ya siz?” diye soruyorum.
Bu yazıda öncelikle kalkınmayı tartışacağım sonra da Kaz Dağları’nın ekolojisini muhafaza etmenin uzun vadede nasıl da ekonomik fayda üretebileceğini belirterek kalkınmacıların ne kadar yanıldığını yer kalırsa bu yazı da, yetişmez ise bir sonraki yazı da ele alacağım.
Kalkınma insanlığın ve yeryüzünün celladı
Bu köşede reel politiğin avukatı kalkınma dendiğinde akan sular duruyor onun uğruna feda etmeyeceğimiz bir şey yok. Kalkınıp ekonomik büyüme gerçekleşince daha zengin daha müreffeh ve daha bağımsız olacağımız söyleniyor ama göreceğimiz gibi gerçek tam aksi.
Kalkınmak basitçe iktisadi bir kavram olan ekonomik büyüme değildir. Çünkü kalkınmak ayağa kalkmayı, silkinmeyi bir esaret halinden kurtulmayı amaçlar. Kalkınmanın asıl paradoksu da burada başlar. Çünkü kalkınmak isteyenler büyümek isteyenlerden farklı olarak kendilerini ezen, hiç yerine koyan sömürgeciliğin yarattığı şartlardan kurtulmak, başı dik, kendine yetebilen, dahası eşit olabilen ve kendi hak ettiği yerini almak isteyenlerce, sömürüden kurtulup sırtlarına yapışmış emperyal kenelerden “kan emiciler ”den kurtulmayı içeren daha çok psikolojik yanı olan bir kavramdır.
Ancak beklentilerin aksine kalkınma sizi ne eşitler, ne de bağımsızlaştırır. Tersine kalkınma sizi daha çok bağımlı kılar, kenelerin sırtınızdaki varlığını devam ettirir, ancak bir fark vardır, sömürgecilik döneminde sizi bağımlı kılanlar, sizi sömürenler bellidir. Dış bir emperyalist gücün işgali altındasınızdır ve o tüm kaynaklarınızı talan ederek sizi kendisine bağımlı kılmıştır.
Bağımsız olduğunuzda ise bu belli olmaktan çıkar, siz artık bağımsızsınızdır ve aradaki boşluğu kapatmak, yetişip geçmek ve bir daha o esaret günlerine geri dönmemek için vargücünüzle çalışarak güçlü olmaya çalışırsınız. Ancak aslında eskisi gibi sömürülmeye devam etmektesinizdir. Çünkü dünya sistemindeki yapılanmanın getirdiği eşitsiz dağılım nedeni ile sizi sömürerek zenginleşenler hâlâ sizden üstündür. Dünya pazarları hâlâ onların elindedir, siz bir kilo buğdayla bir gram pamuk (çünkü pamuğun ekonomik değeri daha yüksektir) almak durumunda kaldığınız sürece kaynak transferi hep daha zengin ve daha üstün olana doğrudur.
Dahası dünya iş bölümü gereği siz ürünlerinizi dış pazarlara getirerek dünya ekonomik sisteminin içine daha çok dâhil olursunuz. Bu sistemde ise hiyerarşi vardır ve hiyerarşinin tepesindekiler daima bir koyup üç alanlardır. Kısacası kalkınma iddia ettiği gibi ne sizi daha zengin yapar, ne sosyal eşitliği sağlar ne de bağımsız olmanızı güvenceye alır.
Dahası kalkınmakta olanların paradoksu şudur; kalkınmak için yeterli sermaye birikiminden yoksun olduğunuz için elinizdeki tüm kaynaklar ekonomik gelişim için seferber edilir, rekabet edebilmek için maliyetleri düşürmek durumundasınızdır, bu da daha çok emek, daha fazla toprak, su, yeraltı zenginliği vb doğal kaynakları sömürmek anlamına gelir. İnsan ve doğa bir sermaye birikim unsuru haline gelir.
Kalkınma Batı tipi sosyal bölünmeyi getirir
Diğer yandan kalkınma sosyal yapıda Batı tipi bir sosyal sınıf bölünmesini güçlendirir, en yoksullar ile en zenginler arasındaki farkı bir uçurum noktasına taşır. Kapitalizm de kalkınmayla birlikte ithal edilmiş olur, servet sermaye sahipleri elinde birikir. Üstelik devlet üretkenliği, istihdam ve gelir yaratıcılığı nedeni ile kapitalist girişimciyi her yönden teşvik eder. Bu da yolsuzluklara ve bundan kaynaklanan sefalet durumlarına yol açar.
Kalkınma eleştirmeni François Partant sömürgelikten bağımsızlığına kavuşan ülkelerde neden teknoloji transferi yapıldığını, Batı’nın sanayileşme modelinin ithal edilmesini, bu ülkedeki Batı’nın ürettiği elitleri güçlendirerek, onların üretim faaliyetlerinden doğan gelire el koyarak servetlerine servet katma olanağı sağladığını, bu nedenle de zenginlerin Batı ile daha içli dışlı ilişkiler içinde olmayı arzuladığını belirtir.
Diğer yandan Batı tipi kalkınma servet yoğunlaşması ve yoksulluğun sefalet haline gelmesini sağlar. Bir fabrika açıldığında binlerce atölye kapanır, bu atölyelerde iş gören zanaatkâr işçileşir, ancak fabrika emeği vasıflı emek gerektirmediğinden, zanaatkâr yerine köyden kente göç eden kentli yoksul tercih edilir. Böylece hem önemli bir ekonomik zenginlik kaynağı (vasıflı emek) heba edilir, hem de yoksulluk sefalete dönüşür. Aynı biçimde endüstriyel tarımla geçimlik tarım ekonomisi çökertilir, binlerce çiftçi, köylü azmanlaşan kentlere akın eder, kentte sefaletin kendisi ile tanışır.
Brezilya’dan örnek veren Robert Linharta başvuran Partant, Brezilya’nın kalkınarak bir avuç Batılı şirket ve onların içerdeki işbirlikçisini zengin ederken birçok insanı sefalete mahkûm ettiğini belirtir:
“Robert Linhart’a göre, Brezilya, büyük bir borç yükü pahasına bir azınlığı ve yabancı yatırımcıları zenginleştiriyor ama sonuçta açlık üretiyor. Vardığı sonuç şu Üçüncü Dünya ekonomileri dünya pazarına daha çok açıldıkça geniş halk kitleleri de yoksulluk batağına daha çok saplanıyorlar...”
Tüm bu olgular bir tek şeyi ortaya konuyor, bir takım ağır bedeller ödemeden Batı tipi bir kalkınma imkânsızdır, bu bedeller de ekonomik ve siyasi olarak Batı’ya bağımlılık, refah yokluğu, adaletsiz gelir dağılımı, yoksulluk, sosyal yaşamın parçalanması, bu durumdan dolayı oluşan sınıfsal kutuplaşma, bedensel ve ruhsal sağlığın bozulmasından doğan sıkıntılar, kendi doğasını yaşanamayacak kadar yağmalamak ve devlet baskısıdır. Kısacası kalkınma batıya göbekten bağlanarak, bağlanan ülkenin yukarıda saydığım dertlerden mustarip olmasıdır.
Kısacası kalkınma vaat ettiklerinin hiç birini yapmaz siz yer altındaki altın madenlerini çıkartmak için tüm kaynaklarınızı zorlarken, ormanlarla kaplı toprağınızı çöle çevirir, tarım alanlarını yok eder, sularınızı zehirlerken asıl “kalkınan” yani zenginleşen çok uluslu şirketler olur.
Kanadalı şirketlere kendi ülkelerindeki çevre standartlarını, kendi ülkesindeki vergileri, kendi ülkesindeki işçi ücretlerini dayatacak olursanız o şirket buraya gelmez o şirket sizi sömürmek için buradadır, o yüzden bu şirket için çevrenizi çöle çevirir ağaçlarınızı topyekûn yok edersiniz, toprağınızı ve suyunuzu zehirler tarımsal anlamda kendinize yeterli bir ülke olmaktan çıkarsınız. Buna mukabil o şirketin ülkesi Kanada doğasını muhafaza eder, hatta kendi ülkesinden su satışını bile denetler -ki Kanada su açısından çok zengin su kaynaklarına sahip bir ülkedir. İşçileri insanca yaşayacak ücret alır, şirket orada vergisini yüksek dilimden öder.
Kısacası Kanadalı şirketler kendi ülkesindeki şartları aşağıya çeken Türkiye gibi ülkeleri iliklerine kadar sömürerek ülkesini zengin eder. Sonra da sizin sonradan görme ve “Dün dündür bu gün bugündür” diyen ideolojik olarak kendi değerlerini çok çabuk elde çıkartan sömürge aydınlar çıkar Kanadalı şirketin sizi soyup soğan çevirmesini, doğanızı yok etmesini, tarımsal olarak ileri de sizi açlığa mahkûm edecek olan topraklarınızın zehirlenmesini hararetle savunup sonra da sizi büyük bir pişkinlikle emperyalizm işbirlikçisi ilan eder.  
Reel politik gereği tüm değerlerini satışa çıkaran “yerli” ve “milli” kalemşorlar mı daha emperyalizm karşıtı, yoksa emperyalizmin oyununu görüp kalkınma adıyla sizi soyup soğana çevirenlerin karşısına dikilen kendi topraklarını, kendi ağacını, kendi suyunu koruyup “Kaz Dağları’nın üstü altından daha değerlidir” diyerek savunan bu “hayalperest” ve “Romantik” doğa sever mi?..
Peki, ne yapmalı kalkınmayalım mı?
Bu sorunun cevabını da bir sonraki yazıda ve ileride yazacağım; ekolojist ekonomi yazılarında ele alacağım. O güne kadar diren Kaz Dağları, diren Dersim, diren Türkiye, havanı suyunu zehirleyenlerin avukatlığını yapan dönek İslamcıları dinleme. Onlar size zehiri şifa diye pazarlıyor. Niyetleri fiilen o olmasa da fiilen Kanadalı şirketin pazarlamacısı gibi yazıp çizenlere değil en büyük yargıç olan vicdanına konuş.
Şimdilerde o değerli fikir insanı ve yazılarını büyük bir keyifle okuduğum, ama şu an bulunduğu konumu üzüntü ile karşıladığım Alev Alatlı’nın benim için vecize gibi olan sözünü tekrarlayayım;
“Aydınlanma değil merhamet.”