Dilaver Demirağ
Araştırmacı-Yazar ve doğa korumacı aktivist
TT

Asmayalım da besleyelim mi?

12 Eylül döneminin gaddar paşası Kenan Evren’i herkes bilir, mesela bir aralar “Netekim” lafı çok meşhur olmuş mizah dergilerinde bu sözle siyasi mizahın adeta dibine vurulmuştu. -Bu ülkede mizah siyasilerle hep uğraştı ve siyaset erbabı da buna tahammül etmeyi becerdi. Elbette hiçbiri Özal gibi karikatürlerini çerçeveletecek kadar bu konuda tolerans şampiyonu değildi, ama mizaha tahammül gösterebildiler. Şimdi o günleri böyle güzel anacağım aklıma gelmezdi doğrusu; ama ne demişler gelen gideni aratır. Hele bir dönem çokça eleştirdiğimiz Özal şimdilerde bize özgürlük şampiyonu olarak geliyorsa bunun ‘gideni aratması’ ile ilişkisi olsa gerek, neyse konumuz bu değil- Kenan Evren’in meşhur sözlerinden birisi de “Asmayalım da besleyelim mi” idi. 
O dönemde “bir sağdan bir soldan” anlayışı ile adeta piyango çeker gibi yapılan idamlara tepki gösterenlere böyle diyordu Evren. 17 yaşında astırdığı solcu tutsak Erdal Eren için söylemişti “Asmayalım da besleyelim mi” sözünü. O gün birileri de Evren’e bu sözlerinden dolayı alkış tutuyordu.
Bugün o döneme çok kızan, eleştiren iktidar partisi cenahının destekçileri de şimdi doğa için benzer anlama gelecek bir tavır içinde. Ormanların idam fermanını çok benzer bir biçimde savunuyorlar:
“Maden çıkaracaksak ormanlar da kaybedilecek. Zaten her gün ağaçlar kesiliyor”
Ormanlar için idam fermanı anlamına gelen madencilik için odun kırıcının hınk deyicisi gazeteci görünümlü troller de “Ne yani madenler yeraltında mı kalsın” deyip ardından –yalanı en güzel sunma biçimi olan istatistikler ile “Ee ağaçlar zaten kesiliyor” diyerek bu idamı meşrulaştırıyor.
Rasyonalizm denen araçsal akılcılık biçiminin soğuk, duygusuz ve çıplak faydayı savunan akıl yürütücülerinin gözünde ağaçların sağladığı ekolojik faydaların hiçbir önemi yok. Onlar yüce ekonomi tanrısının hizmetinde, bu tanrının yüce tezahürlerinden olan zenginlerin zenginleşmesi yoksulların ise yoksullaşması demek olan şeye yönelik boyutu hiç dikkate almadan ya da bunu örterek ekonominin ürettiği sözde refahı ballandıra ballandıra anlatıp bildiğimiz vahşi kapitalizmin reklamını yapıyorlar. O yüzden de ağaçlara baktıklarında tek şey görüyorlar kerestecilik endüstrisi başta olmak üzere ağaç ve ağaç ürünleri sektörünce mamul maddeye dönüşmüş ve satıldığında para getiren sıra sıra dizilmiş kütükler.
Burada uzun uzadıya ağaçların ne kadar önemli olduğunu, yaşamımızı ağaçlara nasıl borçlu olduğumuzu filan anlatmayacağım bu zihniyete.[1] Çünkü bunu diyenlerin varoluş amacı “İktidar neylerse güzel eyler” şeklinde olan gazeteci kılığında dolaşan troller olduklarını biliyorum; o yüzden ne söylesem boş onlar için. Militan AK Partilili gibi yazdıklarından, AK Parti’nin doğa siyasetinin ne kadar berbat olduğu, bu vahşi kalkınma anlayışının insani ve doğal bedelleri onları ilgilendirmiyor.
O yüzden bu yazıda tam da onları savundukları kalkınma anlayışı üzerinden vuracağım ve kalkınmak için illa da doğayı yok etmek zorunda olmadığımızı anlatacağım.
Bu arada şuna da değinmeden geçemeyeceğim, eğer dünyaya Amerikan-İngiliz modeli bir kalkınmacılık anlayışı değil de İbrahim’i bir gelişme modeli hâkim olsaydı ne olurdu, nasıl olurdu. O yüzden AKP’ci oryantalistlerin çakma İslamcılığı yerine, gerçek bir İslami şehircilik modeli ile bakarsak bugünkü kalkınmacılık İbrahim’i açıdan tam bir fesattır. “İslami şehircilik” dedim, ama ekonomi demedim. Çünkü yaşamın bütününden soyutlanmış kültürün, ahlakın dışarıda bırakıldığı bir özerk ekonomi varsayımı da Batı’ya ya da bir başka ifade ile kapitalizme aittir.
İslam için din ve bu dinin hayatın bütününü kuşatan etik kodeks olarak yasa anlamında Şeriat vardır. Şeriat salt insanlar arası bir hukuk olmaktan öte kâinatın işleyiş kurallarıdır ve bu kuralların temelini oluşturan mizan da evrensel bir yasa olarak toplumsal düzenin de esasıdır. Herneyse İslami çevrebilim ve ekolojik ekonomi, İslami bakışla gelişme kavramı gibi meseleler başlıbaşına bir konu ve ben ilk fırsatta bununla ilgili yazacağım.
Altının kapitalist ekonomi politiği ve ekolojik moral ekonomisi
Altın sömürgeciler ona tutku ve hırs ile bağlanmadan önce, yerli insanlarca bir kutsal süslemeden öteye değer verilmediğinden, daha çok kutsal olan ile ilişkisi bağlamında değer içeriyordu ve tam da böyle olduğu için gerekli miktarda altın kutsal törenler için elde edilip bunlar çeşitli şekillerde kullanılıyordu. Ancak kapitalist değerler tarafından teslim alınan Batı için ‘altın eşittir zenginlik ve para’ olduğundan o altın için İnkaların, Azteklerin ve Afrikalıların katledilmesi hatta soykırıma maruz bırakılmaları olağan bir şey oldu. O günden bugüne de değişen bir şey yok.
Çok uluslu şirketler için altına ulaşılması için yapılması gereken herşey yapılıyor. Doğaya verilen zarar yanında karşılarına dikilenleri öldürmek, rüşvet, yeri geldiğinde iç savaşı teşvik, kölelik hâsılı akla gelebilecek ve kanunlara göre de suç kabul edilen her şey çok uluslu şirketler için meşru. Bunun nedeni kapitalizmin dünyaya araçsal bakması.
Amaç ne? Daha çok kazanmak daha çok biriktirmek! Öyleyse bunu gerçekleştirebilecek her yol meşrudur.
Tam da bu nedenle piyasanın değerlerden bağımsız özerk şekilde işleyen bir şey olduğu tezi kapitalizmin bu ahlaksız amacını maskelemekte kullandığı şey. Dolayısıyla eğer insanlığa ve doğaya zarar verecekse, genelin iyiliği gerçekleşmeyecekse evet, altın o toprak altında kalmaya yüzyıllar boyu devam edebilir.
Yani amaç ve araç ilişkisinde aracı amacın önüne koyarak İslami açıdan en önemli şey olan maslahatı değil de kişisel çıkarı esas alıyorsanız moral ekonomi size der ki; HAYIR.
Trol zevatın ısrarla keşfedilen altınların Türkiye’nin kalkınması için önemli olduğunu belirtip, tam da bu nedenle “Herkesin iyiliği için, ülkenin kalkınıp bağımsız ve zengin bir ülke olması için doğa feda edilebilir, ne de olsa bugün kalkınmamızı istemeyen Batılılar da böyle kalkınmadılar mı” diyerek ağaçların idamını meşrulaştırmaktalar.
Bu tuzak söz ekolojik ekonomi tartışmalarında sıkça karşılaştığımız; sıfır büyümenin herkes için geçerli bir kural olmadığı, kalkınmada geri kalmış ekonomilerin de Batının gelişmişlik seviyesini yakalaması için bir süre kirletebilir diyen üçüncü dünyacıların söylemi.
Tuzak şurada;
Bir, Batının gelişmişlik seviyesi doğru bir şey mi,
İki, Batı dünyayı tüketti o zaman biz de biraz tüketelim diyerek yeryüzünün çöküşünü savunmak mantık denen şeyin iflasıdır.
Ve üç, Batının gelişme modeli zenginliğin eşit dağılımını değil, zenginliğin küçük bir azınlığın elinde birikmesidir ki bu tam da Kurân’da Haşr Suresi 7 ayette geçen “Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp-dolaşan bir devlet (güç) olmasın”* ilkesinin zıddıdır.
Yani Batı tarzı kalkınma genelin refahını sağlamaz bir oligarşi/plütokrasi yani zenginler iktidarı yaratır. Kısacası Nasreddin Hoca’nın “Biraz da ben öleyim”** ilkesi ile adalet sağlıyormuş gibi görünen şey adaleti sağlamaktan uzak olduğu gibi, tam da Batıya özgü eşitlik mantığının çarpık bir yansıması.
Mesele herkesin hoşafını kepçeyle içmesi değil, yani Batılı gibi tüketmek özenilesi bir şey olmadığı gibi bu tüketimi sağlayan refahın tam da kalkınma adıyla bizim gibi batılı olmayanların yağmalanması sayesinde olması nedeni ile herkesin kepçeyi alması; herkesin birbirini sömürüp yağmalayarak zenginleşmesidir. Sömürgeleştiremeyen de doğayı ve kendi halkını yağmalayarak bir avuç zenginin refahını sağlamaktalar.
Kısacası altının çıkartılması ile ülkenin refahının çoğalacağını iddia eden trol takımı açıkça yalan söylüyor. Altınla birlikte zenginleşecek olan Kanadalı çok uluslu şirket ile Türkiyeli ortakları. Onlar servetin büyük kısmını alacaklar, az bir kısmını da vergiler vb. ile ülkeye bırakacaklar, ancak bu da herkesi zengin etmeyecek. Devletin bir avuç başka zengine servet transfer etmesinde kullanılacak, kalanın da az bir kısmı ise devletin yatırımı olarak geri dönecek ki onların da önemli bir bölümü yine kapitalist şirketlerin önünü açacak da olan yol, enerji vb yatırımlardır. Kalkınma sanılan da bu alt yapı yatırımları ya da sorun biraz da burada.
Abdest ile kurbağa meselesi
Yani Anadolu deyimi ile aldığımız abdest ürküttüğümüz kurbağaya değmeyecek. Olan Kaz Dağları’na, olan ülkenin gerçek serveti olan ormanlara ve asıl refahı sağlayan köylerin tarımına olacak.
Oysaki Kaz Dağları’nın tıbbi, aromatik bitkileri, bu ormandan elde edilen bal, bu ormanın temiz suları ve bu ormanlar ile sürdürülebilir bir eko turizm ile, organik tarım ve organik tarım sanayi gibi etkinliklerle yöre halkının ekonomisini güçlendireceğimiz gibi, bunu bütün ülkeye uygulayıp yerel toplulukların ekonomik olarak güçlendirilmesini sağlasak ve ülkemizin gelecek nesillerini tehdit eden tarımsal olarak kendine yeterliliği sağlasak bu tam da genelin refahını sağlar.
Haa ülkemiz sanayisi için gerekli olan altın da doğaya zarar vermeyen teknolojiler[2] ile kamusal yatırımlarla elde edilebilir. Düğünlerde de altın takmak yerine pek âlâ altın kadar para takarak hem bir dayanışma geleneğini devam ettirir, hem de doğaya zarar vermeyebilirsiniz. Bu da basbayağı sürdürülebilir ekolojik bir ekonomi ya da ahlaki ekonomi olur. Görüldüğü gibi o altının çıkması şart olmadığı gibi o altını çıkartırken de doğaya zarar vermeden ya da bunu çok minimum seviyede tutarak da amaca ulaşılabilir. Ama amaç üzüm yemek değil de iktidarın hatalı politikalarını aklamak için yanlış bilgiler ile insanları kandırmak ise, o zaman “Ne yani o madenler toprak altında mı kalsın” demagojisine devam edilebilir. Bu durumda da çare gerçekleri ortaya koyarak bu demagogların maskesini çıkarmaktır.
Bu arada yazı da belirttiğim gibi nasıl bir gün Özal’ı savunacağım onu özlemle yâd edeceğim aklıma gelmezdi; radikal bir ekolojist olarak böylesi çevreci bir yazı yazacağım da aklıma gelmezdi. Ama işte hayat böyle, daha beterini görünce az beteri öne sürebiliyorsunuz. Ben de bu yazıyla ağaç idamcılarını hem asmamayı hem de beslemeyi savunan bir yazı yazdım.
Dilerim buna bir daha mecbur kalmam.
[1] Ama okurlarıma anlatacağım bir başka yazıda.
* Her ne kadar ayetin bağlamı fethedilen bir bölgenin zenginliklerinin sadece ümmetin zenginleri arasında dolaşarak onları güç sahibi yani müstekbir yapması, bu servet peygamber eli ile ümmetin hayrı için harcansın olarak ifade edilip özel bir olaya istinaden inmiş olsa da âlimler bu ayetin genel bir ilke olduğunu belirtirler. Yani bir mal servet sadece birilerine güç bahşeden ve bir kesimin arasında dolaşıp genelin faydasının aksine özel çıkarlara can suyu olmamalıdır servet genelin iyiliğine dönüşmelidir şeklinde bir kurala dönüştürüldü ki bu ayette Allah özel bir olgu üzerinden genel ilkeyi koymakta. “Servet kamunun refahı içindir” sadece bu ayet bile batı tarzı kalkınmanın Müslümanlar için zehir olduğunu ortaya koymaya yeter.
* * Bilenler biliyordur ama bilmeyenler için hocanın hikmetli hikâyelerinden birinde olay şudur. Bir arkadaşı hocayı evine yemeğe davet etmiş. Hoca da davete icabet ederek arkadaşının evine gitmiş. Yemeğin sonunda ortaya tatlı mı tatlı kocaman bir tas hoşaf konmuş. Nasrettin hoca hoşafı kaşıkla içmeye başlamış. Ev sahibi ise kepçeyi hoşafa daldırıp daldırıp içiyormuş. Bir yandan da-ah öldüm of öldüm dermiş. Bir böyle beş böyle derken hoca dayanamamış.- yahu arkadaş demiş “Şu kepçeyi ver de biraz da ben öleyim”
[2] Altın madenciliğini madencilik adına bir çifte yıkıma dönüştüren iki şey var. Bunlardan birincisi orman katliamı, ikincisi de altını ayrıştırmakta kullanılan siyanür. Günümüzde birçok şeyde olduğu gibi madencilik alanında da doğaya minumum zarar vererek sürdürülebilirliği sağlayacak yöntemler mevcut. Öncelikle arama teknolojileri ile daha çok yeri delmek ve daha çok ağaç kesmek yerine, altının yerini net gösteren böylelikle de sadece çalışılacak alanda sınırlı ağaç kesimi yapılmasını sağlayabilen teknolojiler mevcut, diğer yandan altını ayrıştırmakta siyanür yerine bitkisel bazlı ayrıştırıcılardan doğal klora kadar pek çok alternatif üretilmiş durumda. Ama çok uluslu kapitalist şirketler bunun yerine daha az maliyetli geleneksel arama ve çok ağaç kesimi ile siyanürü tercih ediyorlar. Birileri de ya bunları araştırmak zahmetine girmediğinden ya da işine gelmediğinden sanki başka yolu yokmuş gibi savunuyor. Buna bir de ne kadar altının/madenin ne miktarda ve nerelerde çıkarılacağını belirleyip her isteyene altın/ya da maden çıkarma izni vermeyerek de ormanları koruyabilir ve korunan orman ürünleri üzerinden de bir başka ekonomik etkinlik de olabilir. Hâsılı amaç gerçekten toplumsal refah ise bunun birçok yolu var. Tek yol her yerde maden ocağı açıp ormanlarımızı yok etmek değildir. Tabi bu kapitalist ilkelere dayanmayan bir kamusal fayda esaslı kalkınma için geçerli yok kapitalizm hele de bize özgür ahbap çavuş kapitalist kalkınma ileyse siz geriye çöl bırakırsınız ve uzun vadede aç kalmamak için muhtaç hale gelirsiniz: