Bu yazıda yer alan düşüncelerin çoğunu Prof. David Miller’den ödünç aldım. Kendisi özellikle tamamen felsefi ve tamamen politik tartışmalar arasında bir köprü oluşturan, mevcut gerçeklik ve uygulama olanakları için nispeten yakın tasavvurlar sunan siyaset felsefesi çalışmalarının geliştirilmesinde etkili bir rol oynayarak katkıda bulunan tanınmış bir düşünürdür.
David Miller’in büyük katkılarda bulunduğu çalışmaların arasından özellikle ikisine işaret etmek istiyorum. Bunlardan ilki, çok kültürlü bir devlet çerçevesi içerisinde vatandaşlık ve ulusal kimlik. İkincisi de adalet ile modern filozoflar arasında bilinen tanımı ile eşitlikten, yani maddi kaynakların adil dağılımından ayrı bir ilke olarak gördüğü sosyal eşitlik. Miller, bu konudaki yaklaşımını farklı kılan şeyin sosyolojik uygulamaları bir unsur olarak felsefi tartışmalara dahil etmesi olduğunu söylüyor. Bence bu özelliği, insanların gerçek davranış ve tutumlarını bazı görüşlerin yorumu ya da belirleyicisi olarak ele almasında ve aynı şekilde kamuoyunun eğilimlerini kesin kanıtlarla desteklenmeyen seçenekler arasında bir ağırlıklandırma faktörü saymasında açıkça ortaya çıkmaktadır. Doğrusu bu düşünceyi, yani kamuoyunu bilimsel çalışmanın bir unsuru saymayı farklı alanlardan çok az bilim adamı kabul etmektedir. Niekim Miller’in kendisi de bu yöntemin herkes için uygun olmadığına ve yalnızca genel örfün rasyonel bir yargılama yapabilme yeteneğine sahip olduğuna inananlar için uygun olduğuna işaret etmiştir.
Bu nokta modern siyaset felsefesinde, iki eğilim arasındaki çatışmanın bir sonucu olan dikkat çekici bir tutuma işaret ediyor:
İlk eğilim, modernitenin kurucu değerlerinden yola çıkar ve genel örfü, yani insanların çoğunluğunun görüşünü akılcı sayar. Bu örfün benimsediği iş kurallarını ya da değerlerini yasalar açısından mantıklı ve sağlam bir temel olarak kabul eder. Bu düşüncenin ışığında meclisleri olan ülkelerde milletvekilleri yasalar yaparlar. Yani insanların yapmaları durumunda ödüllendirileceği ya da cezalandırılacağı doğru ve yanlışları belirlerler.
İkinci eğilim ise sanayi toplumlarında muhafazakarların ezici çoğunluğunun, geleneksel toplumlarda –çok azı dışında- insanların tamamının benimsedikleri eğilimdir. Bu eğilimde olanlar doğru ve yanlışı insanların tutumlarından bağımsız, tek başına objektif değerler olarak görürler. Bu görüşün sahipleri şöyle der: Bütün insanların doğru olduğu konusunda hemfikir oldukları bir durumun bağımsız bilimsel kanıtlar ile yanlış olduğu ortaya çıktığında insanların onun doğru olduğunu düşünmeleri yanlış olduğu gerçeğini değiştirmez.
Buna ek olarak bu grup bilimsel çalışmalar ve bilimin, bilimsel çalışmaların takip ettikleri yollardan ayrılıp farklı yollara yönelmesini sağlamaya çalışan ya da çalışabilecek siyasi ve sosyal, yerli veya resmi bütün tarafların etkisinden uzak kalması gerektiğini söyler.
Miller, adaletin bütünsel bir zihinsel tutum olduğuna, eşitliğin de soyut adalet ilkesinin onun çerçevesinde somutlaştığı fiziksel form olduğuna inanır.
Bunun açıklaması şudur: Kendimize ya da dünyanın herhangi bir yerinde birisine adalet ilkesinden bahsedildiğinde akılına ilk gelen anlamın ne olduğunu bir soralım. Birçok kişi siz okuyucuların da aklına ilk gelen olduğunu bildiğim yanıtı verecektir;
“Bütün insanlara aynı şekilde davranmak.”
Adaletli yargıç, davanın 2 tarafına da eşit davranandır. Adaletli yönetici herkese eşit şekilde uygulanan tek yasaya göre yönetendir. Adaletin elbette başka anlamları da vardır. Ancak çoğu zaman insanların akıllarına ilk gelen anlamı eşitliktir. Dilbilimciler, akla ilk gelen şeyin gerçeğin bir işareti olduğunu söylerler.
TT
Filozof David Miller'in görüşlerinden
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة