Son dönemde Arap ülkelerini sarsan bir dizi büyük olay yaşandı. Bunların hepsi de bir yandan bu ülkelerin ulusal güvenliğini diğer yandan da kolektif Arap ulusal güvenliğini etkiledi. Bu olayların sonuncusu ise Türk ordusunun Suriye devletinde yaşayan Kürt gruplara karşı 1 hafta önce başlattığını duyurduğu operasyondu. Bu hiç kimse için süpriz değildi. Çünkü önceden hazırlığı yapılmış ve ABD-Türkiye arasında sağlanan uzlaşı ile hayata geçirilmişti. İki taraf arasındaki bu uzlaşı gereğince ABD askeri olarak geri çekilerek müttefikleri Suriye Demokratik Güçleri’ni (SDG) açıkta bıraktı. ABD ile Türkiye güvenli bölgenin inşa edileceğini deklare ettiler. Daha sonra ABD Başkanı’nın Kürtleri desteklemeyi sürdüreceklerine dair açıklamaları bu uzlaşıyı gizlemekte başarısız oldu. Türkiye’nin sivillere zarar vermeyeceği ya da Suriyeli Kürtlere saldırmayacağı, 32 bin DEAŞ üyesi ve ailelerinin kaçmalarını ve terör eylemlerinde bulunmalarını engelleyeceğine gibi yükümlülüklerden bahsedilse de operasyona yönelik eleştiriler dinmedi.
Bu operasyondan çok da uzun olmayan bir süre önce bu kez İran, füzeler ve insansız hava araçları ile büyük bir saldırı düzenleyerek Suudi Arabistan’ın petrol tesislerini doğrudan hedef aldı. Bu, İran’ın düzenlediği ilk saldırı değildi. BAE’nin Fuceyra Limanı'ndaki saldırı, Umman Körfezi ile Arap Körfezi’nde petrol tankerlerini hedef alan saldırılar, Suudi Arabistan’ın Abha Havaalanı’na yönelik saldıların devamıydı. Husilerin saldırının sorumluluğunu üstlendiğine dair açıklamaları, İran devletini doğrudan ya da vekilleri aracılığıyla dolaylı bir şekilde bu silahları kullandığı suçlamasından aklayan bir kanıt teşkil etmiyor. Zira eldeki bütün delillere ve kanıtlara göre doğrudan ya da finans, silah ve eğitim vererek dolaylı bir şekilde olsun, bu saldırının arkasında İran bulunuyor. Her ne kadar ABD Dışişleri Bakanı Pompeo, İran’ın bu saldırısı ile “savaş ilan” ettiği açıklamasını yapsa da ABD daha önce de İran kendisine ait bir İHA’yı uluslararası sularda düşürdüğünde bunun kendi topraklarında gerçekleşmediği gerekçesi ile kendisine askeri bir karşılık vermemişti.
Bunlara ek olarak yıllardır devam eden müzakarelere, inşa ettiği Nahda (Rönesans) Barajı’nın Nil’in geçtiği ve döküldüğü ülkelere yani Sudan ve Mısır’a yönelik olumsuz etkilerine ilişkin araştırma merkezlerinin yaptıkları çağrılara rağmen Etiyopya, Mısır’ın uluslararası Nil Nehri'ndeki tarihi su haklarını görmezden gelmeye devam ediyor. ABD’nin Etiyopya’nın bu tutumuna karşılık yorumu ise oldukça düşük seviyedeydi. Mısır’ın önemli çıkarlarını da yansıtmıyordu. Oysa aynı ABD kısa bir süre önce ABD Büyükelçiliği’ni Kudüs’e taşıyarak İsrail’in Kudüs ve Golan Tepeleri’ni topraklarına katma, Batı Şeria’daki yerleşim yerlerini genişletme gibi adımlarını destekliyor ve teşvik ediyordu.
Yukarıda bahsedilenler ve benzeri olaylar özetle bölgesel güçlerin tamamının bir şekilde sözde Arap Baharı'nın patlak vermesinden bu yana Arap bölgesini etkileyen zayıflıktan yararlanmaya çalıştıklarını gösteriyor. Bu güçlerden her biri Arap ülkelerinin aleyhine olacak şekilde toprak yutmaya, güç ve nüfuz, çıkar elde etmeye çalışıyor. Bu da düşman bölgesel güçlere karşı bir denge, bir köprü, onları bölgesel emellerinden caydıracak bir güç olarak ABD ile “özel” ilişkilerin varlığına dayalı Arap stratejilerinin tamamen gözden geçirilmesi gerektiği anlamına geliyor. Çünkü pratik gerçeklikte bunun doğru olmadığı, özellikle Donald Trump yönetiminde ABD’nin bir uluslararası geri çekilme durumu yaşadığı, Başkan’nın da dediği gibi sonu gelmeyen savaşlara girişmekten korktuğunu kanıtladı. ABD bir zamanlar caydırcı güçken her olayın ardından müttefiklerinden vazgeçen dayanıksız bir güç olmaya doğru evrilmeye başladı. Bu stratejiler aynı zamanda petrol nedeniyle Japonya, Almanya, Fransa ve İngiltere gibi diğer uluslararası güçler ile Arap ülkeleri arasında özel ilişkiler olduğu düşünüyordu. Ancak bu ülkelerin son krizler sırasındaki uygulamaları, olayların düzeyine uygun olacak güçte değildi. Arabuluculuk ve diplomatik çaılşma konusunda etkisiz çabalarla sınırlı kaldı.
Bu güçlerin Çin’in yükselişine karşı dikkatli olmak, Brexit veya AB’nin geleceği gibi özel sorunları ile yüzleşmelerinin yanı sıra ABD’nin içinde bulunduğu durumdan çıkmasını bekledikleri de ortaya çıktı.
Son olarak, bölgesel komşularla olan anlaşmazlıkları çözmek için Güvenlik Konseyi'nden Genel Kurul'a BM organları ve uluslararası hukukun özel bir güce sahip olduğuna dair bir inanç da vardı. Ancak bir kez daha gerçekte bu gücün şantaj yapmak ve gereksiz ayrıcalıklar kazanmak adına askeri güç kullanan, bunun için güçsüz uluslararası sistemin içinde bulunduğu durumdan ve güçsüzlüğünden, bölgesel sistemin zayıflığından yararlanmakta kararlı saldırgan güçlere karşı etkisiz olduğu kanıtlandı.
Bu olumsuz koşullar, Arap ülkelerinin iç cephelerini radikal bir şekilde reforme etmek, ilerleme yönünde kendisini teşvik etmek ile meşgul oldukları bir döneme denk geldi. Bu yüzden bu hedefin başarısını baltalayacak çatışmalar ve gerilimlerle uğraşmakta zorlanıyorlar. İç cephe ile dış cephe arasında bu dengeyi sağlamak çok zor olabilir ama en azından yakın bir zamanda gelmeyeceği açık olan ABD “yardımını” beklememek gerektiğine yönelik kanaatin varlığında imkansız değil.
Gerçek şu ki başta mevcut stratejilerin gözden geçirilmesi olmak üzere Arap ülkelerinin önünde birçok açık seçenek var. Örneğin söz konusu stratejiler daha önce Dörtlü Koalisyon ile Arap ülkelerinin katılımıyla Kızıldeniz’de gerçekleştirilen “Kızıl Dalga” gibi ortak tatbikatların dayandığı Arap çerçevesi temel alınarak yeniden incelenebilir. Bu yeniden inceleme aynı zamanda ABD’nin artık dünyanın tek süper gücü, küreselleşmenin lideri, dünyanın her yerinde teknolojik gelişmelerin ana itici gücü olmaktan çıktığı çağdaş dünya düzeninin doğasını anlamayı da gerektiriyor.
Bu köşede daha önce dillendirdiğimiz birçok ayrıntıya girmeden, sadece şu anda dünyanın içinde 3 gücü barındıran bir doğası olduğunu belirtelim. Bu 3 güç ABD, Rusya ve Çin’dir. ABD Ortadoğu’dan çekilirken Çin'in Ortadoğu’ya doğru ilerleyişi sürüyor. Rusya ise şu anda Ortadoğu’nun merkezine yerleşmiş ve bütün taraflar ile güçlü ilişkiler kurmuş durumda. Bunun yanında Doğu Arap bölgesinin ve Suriye krizi ve Irak uzantıları ile ilgili karmaşık ilişkilerin anahtarı da halihazırda Rusya'nın elinde bulunuyor. Dolayısıyla Vadimir Putin’in Suudi Arabistan ziyareti yeni fırsatlara açılan bir kapı olabilir.
Nitekim Rusya’nın bölgesel güvenlik konferansı önerisi, güvenlik ile kalkınmanın bir araya gelmesi ile Arap hareketi için geniş bir kapı açabilir. Bunun ayrıntıları gazetelerde ele alınan türden değil. Önceliği Ortadoğu’da istikrarı sağlamak olan siyasi ve diplomatik çerçevelerde tartışılan türden ayrıntılardır. Ortadoğu’da istikrar bölge ülkelerinin iç işlerine karışmanın engellenmesi, bölgesel entegrasyonun korunmasının yanı sıra silahlanma yarışının durması ve terörle mücadele ile sağlanabilir. Başlangıç noktası Türkiye ve İran’ın bölgedeki askeri müdahalelerinin kınanması, yalnızca saldırmazlık ilkesine değil iyi komşuluk, karşılıklı çıkarlar, medya kampanyalarının durdurulması, Yemen ya da Suriye olsun savaşın bütün cephelerinde ateşkese dayanan ilişkilerin kurulmasıdır. Bunun için tek gereken Arapların nasıl yeni ve ciddi bir stratejiye sahip olacakları konusunun ele alınacağı bir Arap siyasi zirvesi düzenlemektir.
TT
Stratejik incelemenin gerekliliği hakkında
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة