17 Ekim devrimi, bütün Lübnanlı siyasi güçleri çok zor bir çıkmaz ile karşı karşıya bıraktı. Çünkü Cumhurbaşkanı Mişel Avn ve damadı Dışişleri Bakanı Cibran Basil, Hristiyan bilincini güçlü başkan, doğru temsil ve adaletli ortaklık etrafında şekillendirmekte aşırıya kaçtılar. Şimdi ise benimsedikleri siyasal popülist söylemden oluşan binanın tamamen yıkıldığını somut bir şekilde keşfediyorlar.
Avncılık; Taif anlaşmasına dayanan anayasal sistem içerisinde kendisini adil ve düzenleyici bir hareket olarak sundu. Nitekim bu anlaşma; geniş Hristiyan çevrelerce adaletsiz sayılırken Hristiyan entelektüeller tarafından ise iç savaştaki yenilgilerinin bir ifadesi olarak görüldü. Ancak Avn’ın cumhurbaşkanlığı dönemi, Hristiyanların haklarını geri kazanmalarını, adalet ve ortaklık terazisinde eşitliği yeniden sağlamak yerine tam anlamıyla bir başarısızlık ve fiyasko dönemi oldu. Avn’ın göreve gelmesinin üzerinden 3 yıl geçmiş olmasına rağmen başarıya dair hiçbir işaret görülmedi.
Taif anlaşmasından sonra göreve gelen ve en az temsile sahip olan cumhurbaşkanlarından olan Elias Hravi’nin dönemi bile nasıl oluyor da iç savaşın sona ermesinden bu yana en geniş temsile sahip Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ın döneminden daha başarılı olabiliyor? Kuşkusuz bu, Avncılığın kendisine çizdiği imajın yaşadığı korkunç bir çöküştür. Bu çöküşün en sert tezahürü ise kahramanı Cibran Basil’in, sokakta halkın birinci düşmanına dönüşmesidir. Lübnan devletinin bir yüzyıla uzanan tarihi boyunca hiçbir Lübanlı siyasi şahsiyet böyle büyük bir nefret ile karşı karşıya kalmadı.
Başbakan Saad Hariri ise mevcut krizin en zayıf halkasıdır. Haririliğin birçok siyasi güç ve dayanıklılık unsurlarından soyutlanmış bir haldedir.
Haririlik olgusu 4 eksene dayanıyordu: 1- Refik Hariri’nin Suudi Arabistan’da kazandığı servet. 2- Özellikle merhum krallar Fahd bin Abdulaziz ve Abdullah bin Abdulaziz dönemlerinde Riyad ile özel ve istisnai ilişkisi. 3- Refik Hariri’nin dünyanın büyükleri kulübündeki kanıtlanmış üyeliği. 4- Lübnan başbakanlığı.
Hariri’nin elinde miras aldığı liderlik bileşenlerinden sadece bir tanesi kaldı ki o da başbakanlık. Ama bugün bu son bileşen de herkesten önce Hariri’nin yeni müttefikleri Avncılar tarafından maruz kaldığı küstah ve arsız saldırılar nedeniyle zayıflamış bulunuyor. Dolayısıyla 14 yılın ardından kendisini bu konumda bulan Hariri yalnızca bir kurban değil aynı zamanda hem kendisinin hem de ülkenin ulaşmış olduğu durumun sorumlusu sayılıyor. Uzlaşı ve gereklilikleri, ekonomik soruna ağırlık verip siyasetten uzaklaşma gerekçesi ile Hariri, müttefikleri ve özellikle de Cibran Basil’in arkasında kaybolmayı seçti. Bu da protestocuların kendisine karşı çok sert söylemler benimsememelerini az da olsa açıklıyor. Beyrut’un merkezinde Başbakanlık Sarayı önünde duran bir göstericinin, anayasal olarak başbakan Hariri olmasına karşın Basil’e sövmesinin nedeni onu hükümetin gerçek başbakanı saydığı içindir. Kitlelerin eleştirdiği bir yönetimin başında iken sövülmek ve hakaretlere maruz kalmaktan daha kötüsü hakaretlere maruz kalmamaktır. Çünkü bu insanlar için varlığının hiçbir anlamı olmadığının bir işaretidir.
Hariri’nin krizi güçsüzlük ise Hizbullah’ın krizi aşırı güçtür. 2005 yılından itibaren Hizbullah ne zaman artık Lübnan’ı tamamen ele geçirdiği inancına kapılsa halkın kaçma ve elinden kurtulma yeteneğine tosladı. Refik Hariri suikastinden sonra Hizbullah, 8 Mart 2005’de o dönemde halkın gözünde suikastin sorumlusu olarak görülen Suriye’ye teşekkür ettiği büyük bir gösteri düzenledi. Onun bu kibrine karşılık olarak halk, 14 Mart’ta 2005’de Lübnan tarihinde halihazırda yaşanan devrime kadar ki en büyük gösterisini düzenledi.
2006’daki savaşın ardından korkutma ve ihanetle suçlamaya dayalı bütün söylemlerine rağmen Hizbullah, savaş ve kazandığı zafer ile ilgili söylemini, kabul gören ulusal bir söylem olarak kabul ettirmekte başarısız oldu. Beyrut ve Cebel-i Lübnan’da 7 Mayıs 2008’de açıkça sivilleri hedef aldığı saldırısına kadar kamuoyunun kendisi ile yüzleşme isteğini azaltamadı.
Hizbullah, Lübnanlı liderleri Taif anlaşmasına yeni düzenlemeler getiren Doha anlaşmasını imzalamaya zorlayarak Lübnan halkının kararları üzerinde kontrolü sağladığını zannetti. Ama çok geçmeden, kazanmayı ve sonuçlarına dayanarak yönetimi yeniden düzenleyeceğini umduğu 2009 seçimlerinde halkın kendisine verdiği karşılık ile yüzleşmek zorunda kaldı.
2011 yılının başlarında Hariri hükümeti düşürülüp Necip Mikati alternatif hükümeti kurmakla görevlendirildiğinde halkın tutumu ile bağlantılı 2 şey gerçekleşti. Halk ve aktivistler, Suriye rejimi ve Hizbullah’a karşı mücadele eden Suriye devrimi ile aralarında köprü kuracak bir neden buldular. Bu da dönemin Başbakanı Mikati’nin, halkın ve özellikle de Sünnilerin ruh halini iyi okuyarak kendisini başbakan yapan Hizbullah’ın baskısından kurtulmaya çalışmaya itti. Mikati, başbakanlığı boyunca örneğin Uluslararası Mahkeme’nin finansmanı gibi karmaşık meselelerde bağımsız olmaya önem verdi. Hizbullah da onu anlamaya özen gösterdi. Her iki durumda, 2 taraf da insanların başka bir yerde olduklarını biliyorlardı. Ama cumhurbaşkanlığı uzlaşısının ardından Hizbullah; cumhurbaşkanı, hükümet ve başbakan olmak üzere yönetimin bütün unsurlarını kontrolü altına aldığında ilk kez Lübnan rejimine tamamıyla nüfuz ettiğini zannetti.
Fakat Lübnan’ın hareketli kumları, 17 Ekim devriminin temsil ettiği yeni dalgalanmaların önünü açtı. Devrim bu kez geçmiş yıllarda küçük çaplı çıkışların yaşandığı Beyrut’un güney banliyösünün yanısıra Güney Lübnan, Bekaa ve Baalbek gibi Hizbullah’ın diğer kalelerini de kapsadı.
Hizbullah ne zaman daha güçlü olduğunu sansa Lübnan’ın ondan daha kurnaz, daha geniş hayal gücüne sahip ve hileler yönünden daha zengin olduğunu keşfetti. Çok geçmeden bu yüzleşme için araçlarının arasında salt güçten başkasını bulamayacağının ayrımına vardı.
İşte 17 Ekim devriminin alevinin ortaya çıkardığı 3 kriz budur.
TT
17 Ekim devrimi ve Lübnan’da krizler üçgeni
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة