Nedim Kuteyş
Lübnanlı gazeteci
TT

​İran'ın Lübnan’ı ele geçirmek için verdiği savaş devam ediyor

Lübnan’daki 17 Ekim 2019 devrimi güçleri, siyasetin uzun bir süre 2005 yılında doğan 8 ve 14 Mart Blokları’nın bölünmüşlüğü etrafında dönmesine neden olan o eski rahatsız edici duruma dönmesinden korkuyor. 
Bu korku 2 şeyden kaynaklanıyor:
İlk olarak; yolsuzluk ve başarısızlığı iki temel dayanağı haline getiren 2019 devriminin aksine 2005 yılındaki bağımsızlık hareketinin, egemenlik ve reform önceliklerini birincisinin lehine olacak şekilde birbirinden ayırmasıdır.
Bütün odağını Lübnan’daki Esed vesayetine son vermeye vermesidir. Bu savaş, kendisine önderlik etmesi gereken güçlerin dürüstlüğünü sorgulama lüksüne sahip olmayan bir savaştı.
Bağımsızlık ayaklanmasına katılan kitleler arasında da devrim bayrağı altında yer alan, devrimin hedefini ve seçimlerini yöneten partilerin sahip oldukları ağırlık ile boy ölçüşebilecek sivil güçler de yoktu.
İkincisi; çok geçmeden kendisine tezat mezhepçi kimlikler edinen dikey bir bölünmenin Lübnanlılar arasında baş göstermesine neden olan keskin ve stratejik politik sorun ile 2005 ayaklanmasının aksine 2019 devriminin, Lübnanlılar arasında bölgeleri, mezhepleri ve sınıfları aşan yeni bir sosyal sözleşmenin doğmasının önünü açmasıdır.
Bu sözleşme de Lübnanlı bileşenler arasında yolsuzluğun ortadan kalkması, kamu hizmetlerinin sağlanması, ekonomik verimlilik, mezhepçi ve bölgesel alt kimliklerin ağırlığından kurtulmuş bir ulusal kimlik ortaya çıkarmak gibi ortak çıkarlar temeli üzerinde yükselen yatay bir bağ kurdu.
İşte bu temel farklar, bugün Ekim devrimi güçlerini endişelendiriyor.
2019 devriminin 2005 ayaklanmasının hatalarına düşmemesi ve onunla aynı kaderi paylaşmaması arzuları onları 2005 ayaklanmasının siyasi literatüründen köklü bir şekilde kopmaya itiyor.
Daha açık söylemek gerekirse, Lübnan’da bugün hiç kimse, ülkenin karşı karşıya olduğu çöküşte İran’ın sorumluluğundan bahsedilmesini istemiyor. Herkes, devrimi daha önce 2005 ayaklanmasını başarısızlığa uğratan bölgesel çatışmalardan uzak tutmak istiyor.
Hiç kimse İran faktörünün, şu ya da bu tarafın bugün Lübnan’ın ulaşmış olduğu başarısızlıktan doğan kompleks ve karmaşık sorumluluklardan kendisini aklamak için kullandığı bir araç haline gelmesini istemiyor.
Lübnan’daki olayların sonuçlarında, İran’ın payını ve sorumluluğunu belirleme konusundaki bu isteksizliğin meşruiyeti ve sebepleri olsa da aynı zamanda bu isteksizlik, devrimin siyasi tutumunun eksik ve çarpık bir biçimde doğması tehdidini de taşıyor.
Irak’ta olduğu gibi Lübnan’da da farklı bağlamlar aracılığıyla son 10 yıl içerisinde İran, her iki ülkenin de siyasi kararlarını tam anlamıyla ele geçirdi.
Kademeli olarak devletin tutumu ile kendi yörüngesinde dönen milis güçlerin tutumu arasındaki ayırıcı sınırları ortadan kaldırdı.
Her iki ülkeyi de zayıf bir devlet, güçlü bir milis güç (ya da güçler), devletin stratejik kararına el koyma karşılığında geniş bir yozlaşmış sınıfın yönetimine dayanan üçlü bir denkleme göre yönetti.
Bu noktadan bakıldığında Lübnan’da yolsuzluğa karşı başlatılan ayaklanma, sınırlı ve kısıtlı görünüyor.
Zira devrimin başında kabul edilebilir pragmatik sebeplerle olsa da Hizbullah’ın silahını bir kenara bırakıyor.
Oysa 2008 yılından beri Lübnan’da siyasi ve ulusal hayat, bu silahın kararlarının esiri haline geldi.
Bu durum,  Mişel Avn’ın cumhurbaşkanı seçilmesi ve Hizbullah’a parlamentoda çoğunluğu hediye eden seçim yasasının kabul edilmesi ile zirveye ulaştı.
Nitekim Kasım Süleymani de bu seçim yasasının Hizbullah’ı “Lübnan’da bir direniş partisinden bir direniş hükümetine dönüştürdüğünü” dile getirmişti.
Dolayısıyla devlet ve tutumu ile Hizbullah milis gücünün tutumu arasındaki mesafeyi ortadan kaldırma sürecinin başlaması ile Lübnan’ın, 2011 yılında itibaren % 2 eşiğini geçmeyen hatta devrim başlamadan önce sıfırın altına düşen düşük bir ekonomik büyüme sürecine girmesi tesadüf değildir.
Bu son 10 yılın, 2011 yılında başlayan Suriye devriminin başlamasına, bu devrimin Lübnan’da yol açtığı bütün büyük tepkimelere, petrol fiyatlarında hızlı ve keskin düşüşlere tanık olduğu doğru.
Bunun yanısıra Lübnanlıların yoğun bir şekilde bulundukları bazı Afrika ülkelerinde para birimlerinin çöktüğü ve bunun gurbetçiler tarafından yapılan döviz transferlerine yansımaları olduğu da doğru.
Ancak bu dönem aynı zamanda devlet kurumlarında görülen uzun boşlukların da eşlik ettiği İran’ın siyasi sistemi ele geçirmek için yürüttüğü sert bir savaşa da tanık oldu.
2011 yılının başında Hariri hükümetinin düşmesinden bu yana Lübnan şunlara tanık oldu: 1,5 yıllık bir hükümet boşluğu, 2,5 yıl boyunca cumhurbaşkanının seçilememesi, Hizbullah’ın Necip Mikati başkanlığında genel seçimlerin sonuçlarına muhalif bir darbe hükümeti kurması ve bu hükümetin yaklaşık 2 yıl ülkeyi yönetmesi, Mişel Avn’ın cumhurbaşkanlığı dönemi ile başlayan ve geçen ay 3. yılını tamamlayan Hizbullah dönemi.
Bu 9 yıl, geçen 10 yılda Hizbullah’ın Lübnan’ın siyasi karar mekanizmalarını tamamen ele geçirdiği ve Lübnan tarihinde benzeri görülmemiş bir devrim ile sonuçlanan zamanın toplamıdır.
Bu 10 yıl içerisinde Hizbulallah’ın kararı devletin kararına eşit bir hale geldi ya da tam aksi oldu. Bu da Hizbullah’a yönelik kuşatmanın nesnel bir uzantısı olarak Lübnan’ın da Arap ülkeleri ve ABD tarafından kuşatılmasına neden oldu.
Her şey Lübnan’ı ele geçirme savaşının devam ettiğine işaret ediyor. Bunun son işaretleri de Lübnan Cumhurbaşkanı Avn’ın, istifa etmiş olan Başbakan Saad Hariri’yi davet etmeden Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda mali bir toplantı düzenleme çağrısında bulunmasıdır.
Buna paralel olarak parlamento istişarelerinin başlatılmasının geciktirilmesidir. Bunun için, anayasanın maddelerine ve ruhuna aykırı bir şekilde hükümetin oluşturulması ile ilgili siyasi uzlaşının ilgili kişinin hükümeti kurmakla görevlendirilmesinden önce geldiği gerekçesi öne sürülmesidir.
Bir kez daha Irak’ta olduğu gibi Lübnan’da da İran’ın siyasi sistemi ele geçirme savaşı devam ediyor.
Bu savaş, Irak’ta Adil Abdulmehdi’nin istifa kararının iptal edilmesi ile kendini gösteriyor.
Lübnan’da ise istifa eden hükümeti değişik bir formülde olsa da yeniden üretecek bir hükümet kurması için Saad Hariri’yi zorla görevlendirerek istifasını iptal etme ya da kendisini siyasi olarak izole etme girişimi ile kendini gösteriyor.
Nitekim Avn akımı ve Hizbullah’a yakın oldukları söylenen çevrelerden, buna yönelik pek çok işaret geliyor.