Muhammed Ali Sekkaf
Yemenli yazar
TT

İran yayılmacılığını çevreleyerek barışa giden yol

İlginçtir ki insan, bazı ülkelerin pozisyonlarını ve politikalarını belirli bir çerçevede analiz etmeye çalıştığında başka bir yerdeki ve alandaki pozisyonları ile tamamen çeliştiğini görür. Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC) geçen perşembe günü Viyana’da bir toplantı düzenledi. Bu toplantıda fiyat istikrarının korunması için petrol üretimini azaltma konusunda Suudi Arabistan ve diğer 14 üye ülkelerinin varmış olduğu uzlaşıya İran da katıldı. Fakat aynı İran, Yemen krizinde Suudi Arabistan’a karşı düşmanca pozisyon alıyor, bölgede genişlemeyi amaçlayan ajandasını uygulamaya çalışıyor.
Peki, bu iki karşıt tutumu nasıl yorumlayabiliriz?
İran’ın OPEC içindeki politikası ile örgüt dışı politik tutumu arasındaki farklılığın nedeni, Suudi Arabistan ile karşılaştırıldığında OPEC içindeki gücünün sınırını, petrol üretimi ve rezervi açısında imkanlarının boyutunu bilmesi midir? Yoksa OPEC’in diğer Arap Körfez ülkelerini, Afrika ve Latin Amerika’dan ülkeleri kapsayan özel bir petrol örgütü olması, onu petrol fiyat seviyelerini korumak için ortak bir politika oluşturma konusunda diğer üyelerle hemfikir olmaya mı itiyor? Humeyni’nin iktidara gelmesinden sonra tarihsel olarak İran’ın politikaları, bazı ülkelerin politikaları ve Suudi Arabistan’ın petrol politikaları ile çelişirken neden bu kez çelişmedi? Bu gelişmenin kaynağı, petrol ihracatına yaptırımlar uygulanmasına neden olan nükleer kriz meselesinden sonra bugün İran’ın Rusya gibi OPEC dışı ülkeler ile petrol üretimini azaltma konusunda uzlaşan diğer OPEC üyeleri gibi fiyat istikrarına daha çok ihtiyacı olması mıdır? Bölgesel meselelerde ise böyle bir şeye ihtiyacı olmadığı için mi diğer bölgesel güç, Suudi Arabistan ile bölgesel politikalarda ve bölgesel sorunlarla başa çıkma konusunda tamamen farklı bir pozisyon benimsiyor?
Geçen ekim ayının başında İran, Dışişleri Bakanı Zarif ve Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü’nün yaptıkları açıklamalarla barış ve Suudi Arabistan ile diyaloga hazır olduğu mesajları vermeye çalıştı. Ama aynı zamanda Suudi Arabistan’dan kendisine müzakere talep eden mesajlar ulaştığını ima ederek dünyayı kandırmaya da çabaladı.
Buradaki asıl ironi ise İran Dışişleri Bakanı’nın Aramco saldırılarına ilişkin ABD merkezli CNN kanalına yaptığı açıklamada saldırıdan İran’ın sorumlu olmadığını, bütün sorumluluğun Husilere ait olduğunu belirtmesiydi. Bunun üzerine Suudi Arabistan Savunma Bakanı Yardımcısı Prens Halid bin Selman, Twitter hesabından paylaştığı bir dizi mesajın birinde şunları söyledi:
“İran rejiminin Yemen’de ateşkesten bahsetmesi ve bunu karşı karşıya olduğu krizlerden kurtulma çabasıyla ilişkilendirmesi, Yemen ve halkını sömürmek ve ucuz bir şekilde yararlanmaktır. Çünkü Yemen’de krizin fitilini ateşleyen ve körüklemeye devam eden İran rejimidir.”
Nitekim Prens Halid bin Selman’ın İran’ın Yemen krizini körüklemeyi sürdürdüğü yönündeki sözlerini onaylarcasına, geçen hafta çarşamba günü bir ABD savaş gemisi, Husi milislerine gönderilen bir İran füzesi parçalarını ele geçirdi. Bu, Tahran’a Güvenlik Konseyi’nin onayını almadıkça ülke dışına silah sağlamasını, satmasını ve taşımasını yasaklayan Güvenlik Konseyi kararlarının açık bir ihlaliydi.
İran’ın Yemen’de ateşkes ve barış iddiasının Yemen’i Suudi Arabistan ve diğer Arap ülkelerinin güvenliklerini hedef alan destekçilerine silah ve füze takviyesi yapması ile uyuşmadığı açıktır.
Suudi Arabistan bundan yola çıkarak Yemen ve bölgede İran yayılmacılığını durdurmak için yeni yollar aramaya başladı. Bu önemli yollar arasında Husiler ile barış fırsatlarını bulmak, meşru yönetim ile Güney Geçiş Konseyi arasındaki ilişkileri düzeltmek ve Körfez İşbirliği Konseyi üyeleri arasındaki ilişkileri normalleştirmek de yer alıyor.
Son yazımızın sonunda, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Riyad Anlaşması’nın Yemen krizinin diğer tarafları ile de yeni uzlaşı ufukları açmasını umut ettiğini belirttiği yönündeki açıklamasına değinmiştik.
Yemen krizinin temel taraflarından biri de bilindiği gibi Ensarullah (Husi) örgütüdür. Yine tarihsel olarak Suudi Arabistan’ın 1934 yılında imzalanan Taif Anlaşması’yla kurucusu Kral Abdulaziz Al-Suud döneminden itibaren Yemen Mütevekkili Krallığı ile güçlü ilişkileri olduğu biliniyor. Ayrıca 1962 yılında krallığın yıkılmasından günümüze kadarki yarım asırdan uzun bir süre boyunca, Yemen’deki siyasi seçkinlerin ve güçlerin büyük bir çoğunluğu ile yakın ilişki içerisinde olduğu da biliniyor. Dolayısıyla bu ilişkiler, savaşın nasıl sona erdirileceğine ve İran rejimi ile Husileri ayırmanın şartlarına ilişkin diyalog köprülerini kurmasında işini kolaylaştırabilir.
Ensarullah örgütü, Lübnan’daki Hizbullah ve Irak’taki Haşdi Şabi’den farklıdır. Irak’taki Şii nüfus ile karşılaştırıldığında Yemen’de azınlığı oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra İran, Lübnan’daki nüfuzunu on yıllarca süren sızma çabalarının ardından elde etmişken Irak ve Yemen’deki varlığı ise nispeten yenidir.
İngiltere’nin Yemen Büyükelçisi Michael Aron, 1 Kasım’da Şarkul Avsat gazetesinin kendisine yönelttiği bir soruya verdiği yanıtta Husileri İran’dan ayırmanın mümkün olduğunu düşündüğünü açıkça belirtmişti. Aron’un bu yanıtının yalnızca kendi kişisel görüşünü değil, bölge ülkeleri konusunda daha deneyimli olan ülkesinin tutumunu da ifade ettiği kesindir.
Diğer tarafta ise birçok tarafın kendi yanına çekmeye çalıştığı Yemen meşruiyeti ile başa çıkma ikilemi bulunuyor. Bölgeselciliğin de karıştığı bu ikilem, meşru yönetim ile Güney Geçiş Konseyi arasında imzalanan Riyad Anlaşması’nın uygulanmasını da engelliyor. Bunun son örneği de 5 Aralık’ta açıklanacağı deklare edilen yetkin kişilerden oluşan yeni hükümetin deklare edilmemesidir. Bu yazının kaleme alındığı ana kadar da henüz deklare edilmemişti. Bu süreç içerisinde taraflardan her biri diğerini suçladı ve Riyad Anlaşması’nın hayata geçmesini engellemekten sorumlu tuttu. Bu da bazılarını Riyad Anlaşması’nın BM gözetimi altında imzalanan ve şimdiye kadar birçok maddesi askıya alınan Stockholm Anlaşması ile aynı kaderi paylaşmasından duydukları korkuyu dile getirmeye yöneltti.
Asıl üzücü olan, sosyal medyada paylaşılan bazı bilgilere göre Aden’de ordu mensupları, güvenlik görevlileri, sağlık ve yargı çalışanları gibi güneyli kadroları hedef alan suikast eylemlerinin günde en az bir kere düzenlenmesine kadar artmış olması ve güvenliğin sağlanamamasıdır.
Kesin olan şu ki İran yayılmacılığını, Yemen krizinin yanı sıra bölge düzeyinde de durdurmak ve çevrelemek için Güney Yemen’in hakim olduğu Babu'l Mendeb Boğazı'ndan Umman Denizi’ne uluslararası su yollarını güvence altına almak gerekmektedir. Bu bölgenin Arap ülkeleri tarafından güvence altına alınmasıyla İran, yerel vekilleri aracılığıyla bu bölgeleri kontrol etme ve Riyad Anlaşması’nı başarısızlığa uğratma imkânını kaybedecektir.