Vahdettin İnce
Yazar
TT

Yerin ağırlıkları

“Yer sarsıldıkça sarsıldığı zaman…ve yer ağırlıklarını çıkardığı zaman…”
Bu ayetlerin halk irfanında bir yeri var. Hurafe toptancılarının yüzüne bakmadıkları bu tozlu bohçada deprem gibi sarsılan zamanlarda ne hazineler ortaya çıkar. Çünkü varlık ağacının en tepesinden toprağın diplerine salınmış köklerine kadar sızan bir vahyin eseridir. Ve “Rabbi vahyetti diye” yer bu ağır hakikatleri ortaya çıkarır.
Elini omuzuma koydu yüzü kırış kırış olmuş babaannem ve dedi: Hayvanlar aleminin en güçlüsü kurttur, ama o bunu bilmez. İyi ki de bilmiyor. Eğer bilirse insanlar hiçbir şekilde güvende olamazlar. Kıyamet günü bunu öğrenir; ama artık iş işten geçmiş olur.
“Nasıl öğrenir” diye sordum “Morlaşmış damarların iyice belirginleştiği yumuşacık ellerine sarılıp sımsıcak dalına sokularak. Kıyamet koptuğu zaman her şeyi önüne katıp tuz buz eden bir rüzgar eser” dedi.
“Bütün hayvanlar, insanlar, koca koca kayalar, dağlar… hallaç pamuğu gibi savrulurlar. Sadece kurt dört ayağının üzerinde durarak bu rüzgara direnir. Rüzgar o kadar şiddetlidir ki kurdun derisini alnına kadar soyar, yine de derisini alından koparıp götüremez ve onu bastığı yerden bir santim kımıldatamaz. Kurt o zaman, ‘Eyvahlar olsun bana, keşke bu kadar güçlü olduğumu daha önce bilseydim, o zaman bütün dünyaya hükmederdim’ der.”
Soğuk bir kış akşamıydı. Babaannemle ayaklarımızı öğleden kalma ama hala sıcak olan tandıra uzatmış ve bu ürkütücü konuşmayı yapıyorduk. Daha çocuktum ve kurdun bu gizli gücünün farkında olmadığını öğrenmek acayip rahatlatmıştı beni. Dağlarda kuzularımıza saldırmaya yeltendiğinde bağırdığımız veya köpeğimiz havladığı zaman bu yüzden arkasına bakmadan kaçıyormuş demek ki diye düşündüm.
Uzun kış geceleri köylük yerde bir evde toplanılır ve bazen hüzünlü, bazen eğlenceli, bazen ürkütücü, bazen dehşetli hikayeler anlatılırdı. Yaşlılar kıyametten söz ederken hiçbir şey gizli kalmaz o gün. Mağribe bir yumurta koysalar maşrıktan bakan biri onu rahatlıkla görebilir. Bahsettikleri ahiret gününe dair bir sahne değildi, bizzat üzerinde yaşadığımız yerin haliydi. “Kıyamet her şeyi açığa çıkarır, yer içinde saklı olan hazineleri dışarı atar” derlerdi. Bazıları ancak kıyamet günü gerçek gücünün farkına varan kurt gibi, ‘o hazineler neden şimdi ortaya çıkmaz’ diye iç geçirirlerdi.
Ne zaman Zilzal suresini ve bu ayeti okusam babaannemin anlatımıyla kurdun o dehşetli sarsıntıda kendi gerçeğini öğrenmesi aklıma gelir. Kıyamet her şeyin hakikatinin ortaya çıktığı bir gündür derim.
Deprem de küçük bir kıyamettir, küçük kıyamet olarak nitelendirilen ferdin ölümünden biraz daha büyükçe. Tıpkı gerçek kıyamet gibi içindeki ağırlıkları dışarı atar. İnsana zaaflarını, gücünün sınırlarını gösterir, haddini bildirir, büyük kıyamette eyvahlar çekmemesi için. İnsan bu, nisyan ile maluldür. Kur’an’ın deyimiyle “Kefur”dur. Yani nankördür, inkarcıdır, gerçekleri örtbas edicidir. Deprem o büyük günde geri dönüşsüz bir şekilde gerçekle yüzleşmeden önce insana sunulan bir özüne dönüş fırsatıdır bu yüzden.
Bu yaşıma kadar irili ufaklı kaç deprem yaşadım saymadım. Ama Son Elaziz depreminden geriye doğru Van, Bolu, Sakarya, Erzincan… gibi büyük depremleri çok net hatırlıyorum. Bu ve benzeri büyük depremlerin her birinin yönetimlerin uç vermesine, görünür hale gelmesine, bilinmesine, tanınmasına izin vermedikleri, hatta bu işlere yeltenenleri şiddetle cezalandırdıkları nice sosyal hakikati dışarıya atıp görünür kıldığına şahit oldum.
Yetmişli yıllar… Okullarda mutluluktan uçtuğumuzu öğretirlerdi. Varlıklıydık, moderndik, kendi kendimize yeterdik. Bunun aksini söyleyenler hemen susturulur, çeşitli yaftalarla sesi kıstırılırdı. Ne olduysa 1976’da oldu. Kasım ayının soğuk bir gününde Van/Çaldıran’da bir deprem oldu. Ne kadar yoksul olduğumuz, ne denli mutsuz olduğumuz, hiçbir şekilde kendi kendimize yetmediğimiz, derme çatma evlerde ilkel bir hayat sürdürdüğümüz, kurdun alnına kadar soyulup gelen derisi gibi gözlerimizin içine sokuldu. Yer örtbas edilen, altında kalması için uğraşılan hiçbir hakikati ilelebet içinde tutmazdı. Depremzedeler ülkenin dört bir yanına yayıldılar ve en azından ülkenin batısı ile aralarındaki hayat kalitesinin farklılığını, daha doğrusu iyi kötü kaliteli bir hayat ile kalitesiz bir hayat arasındaki uçurumu gördüler. Okullarda öğretilenlerin içinin boş olduğunu da. Türkler (ve Türk sayılanlar) hiç de mutlu değildiler.
Bolu, Düzce, Sakarya depremleri öncesinde Türkiye’de o meşum 28 Şubat süreci vardı ve “başörtüsü” ülkenin gündemiydi. Ülkenin yöneticileri insanın örtünme hakikatini gizlemek, toprağa gömmek, görünür olmaktan çıkarmak için olmadık şeyler yapıyorlardı. Mecliste başbakan, devletin gücünü göstermek için bir kadına kükreyerek had bildiriyordu. Örtü ayetlerini çarpıtma yarışına girmiş İlahiyatçılar mı dersin, işi götürüp Sümer fahişelerine bağlayan beyni sarsak ucubeler mi dersin, Anadolu İslam’ı, Türk İslam’ı garabetlerini benimsetme hezeyanlarını mı dersin…dört bir yanımız inkar, nankörlük, küfür zulasıydı. Sonra bir deprem oldu, Anadolu nedir, Türkler kimdir, başörtüsü nasıl bir hakikattir ekranlarına yapışıp kaldı. Üç gün sonra depremi haber almış devlet hala titriyordu. Deprem hakikati gözlerine sokmuştu. Zaten o konu da kısa süre sonra unutulup gitti.
Elaziz depreminde UMKE gönüllüsü Emine Kuştepe enkaz altında kalan Azize diye bir hanım efendiyle telefonda konuşuyor, ona ve yanındakilere bazı hayati öneme haiz taktikler veriyordu. Azize’nin yakınlarında, yine enkaz altında Türkçe bilmeyen bir komşusu da vardı. Emine, bu sefer Azize’ye komşusuyla nasıl iletişim kuracağını, Kürtçe cümleler söyleyerek öğretiyordu. Seksen seneyi aşkın bir zamandır toprağın altına gömülen bir hakikati yer nihayet dışarı attı, diye geçirdim içimden. “Gerçeklerin bir gün ortaya çıkmak gibi bir huyları vardır” diye yaygın bir söz var.
Yer sarsıldığı zaman toprak içindeki ağırlıkları dışarı atar. Çünkü Rabbi öyle yapmasını vahyetmiştir.