Yusuf Deyni
Suudi yazar
TT

​Mezhepçilik ile yaşama kararlılığı arasında

Ortadoğu bölgesindeki aktif siyasi hareketleri ve dönüşümleri takip eden herkes bölgenin politik mantığını kaybeden gergin ve değişken bir coğrafyaya dönüştüğünü görecektir. Bugün mezhepçilik en yüksek seviyeye ulaşmış durumda. Gönderilen ve kaynağı belirsiz görüntüler, haberler, fıkralar, yorumlar ve videolar bizleri her yerden kuşatıyor. Nefret edilesi bir şekilde mezhepçilik ateşine odun taşıyorlar. İstikrarlı Körfez ülkelerine yönelik saldırıları körüklüyorlar. Buna karşılık siyasal İslam modelinin merkezi olan Türk rejimine tek bir eleştiri bile yöneltmekten kaçınıyorlar. Zararları kendilerine dokunacak felaket faktörleri göz ardı ederek Arap Baharı sonrası dönemde başarısız olan Müslüman Kardeşler hükümetlerine tam meşruiyet ve destek vermekte saçma bir şekilde ısrar ediyorlar. Nitekim geçmişte Sünni savaşçıların bağlı olduğu gruplar, bazı Avrupa ülkelerinde güçlü bir konuma sahiplerdi. Ayrıca değişen koşullar nedeniyle halihazırda askıya alınmış olan el-Kaide’nin Batı çıkarlarını hedef alma misyonunun geri kazanılmasında aktif bir rol oynamışlardı. Bugün ise Hizbullah, İran’ın desteğiyle yürüttüğü egemenliği ihlal eden eylemlerle bölgede belirsiz bir zamana kadar sürecek vekalet savaşlarına kapı aralıyor.
Mezhepçilik dalgası, çatışmanın dini bir kimlik kazanması, yaşananları bir Sünni-Şii savaşı sayma eğilimi ve bölgede oynanan kötü tiyatronun öncelikli itici gücüdür. Aydınların ve analistlerin bu dalgaya boyun eğmeleri, kitlelerin öfkesinden korkup sessiz kalmaları affedilemez ahlaki bir suçtur. Dahası Esed rejiminin amaçladığı şeye sürüklenmektir. El-Kaide’nin suçlarını haklı göstermek için kullandığı ve bunda başarılı olduğu, Suriyelilere destek veren tek taraf olduğu gerekçesini desteklemektir.
Krizlerin en şiddetli olduğu anlarda mantığımızı kaybetmemiz ve sahada akıl dışı, saçma bir sahne inşa etmemiz doğaldır. Nitekim dünya savaşları sonrasında edebiyat alanında benzer bir durum yaşanmıştı. Savaşın edebiyat üzerinde yansımaları olmuştu. Ancak bu saçmalığı siyasi olarak haklı göstermek ve sessiz kalmak, ılımlı ve mantıklı seslerin yokluğu durumun daha da kötüleşmesine yol açan nedendir.
Yalın haliyle vatandaşlık ilkesi, siyasal İslam projesi nedeniyle çöktüğünü gördüğümüz ulus devletin temel bileşenidir. Bu ilke, eşitlik, özgürlük ve kamusal alanda katılıma dayanmaktadır. Bu yalın haliyle vatandaşlık tanımı yahut siyasi hatta sosyal uygulamaları “vesayete” dayanan siyasal İslam düşüncesiyle radikal bir biçimde çelişir.
Bölgede ulus devletler çok erken bir dönemde aşınmaya başladı. Bölgenin kötü şansı nedeniyle bağımsızlık kendisine liberal, solcu veya milliyetçi biçimlerde olsun görünüşte ulusal ama derinlerde tek parti kavramının temellerini atan hükümetler kazandırdı. Bu da sonuç olarak, “tek ilham verici liderleri” ve Esed rejimi gibi halkına soykırım uygulayan ama İsrail’in provokasyonlarına sessiz kalan rejimleri ortaya çıkardı. Bütün bunlardan sonra halen medya organlarında utanç verici bir şekilde Esed rejiminin yaptıklarını haklı gösterenlerin ve kendisinin birleşik Suriye’nin güvencesi olduğunu söyleyenlerin olduğunu görüyoruz. İsrail’in de Esed rejimini varlığını istikrarının garantisi olarak görmesi ne kadar ironiktir!
Arap kültürümüz bir devlet krizi yaşıyor. Uzun yıllar bir devlet kavramının temelini atmaya çalışan büyük düşünür Abdullah Laroui’nin gözlemlerine göre bu kriz, kültürümüzün köklerine uzanıyor. Laroui, modern Arap dünyamızın devlet teorisini pratik olarak deneyimleyemediğinin altını çiziyor. Aksine anlamsız sivil uydurmalardan ibaret olduğu ortaya çıkan fermanlar çerçevesi içinde kalmaya devam ettiğini vurguluyor. Bu krizi bağımsızlık sonrası dönemde modern anayasal devlet kavramını ideolojik açıdan İslamlaştıran, sivil devleti dini referanslara sahip bir devlete dönüştüren reformcu düşünürlere bağlıyor. Bu aşamadan sonra ortaya çıkan siyasal İslam, devlet projesini iptal etti. Geriye sadece İslamlaşmayı bıraktı. Ayrımcı doğası bir yana, 16’ıncı yüzyıldan sonra ortaya çıkan modern anlamıyla devlet kavramına ait olmayan hilafet devletinin yeniden kurulmasını talep etmeye başladı. Bu noktada, 16’ıncı yüzyıldan önce diğer ulusların devlet deneyimlerinin de modern devlet tanımına uymadığını belirtmeliyiz.
Arap Baharı savaşı temelde “devlete” karşıydı. Dolayısıyla bugün tüm reform çabaları, siyasal İslam tarafından rehin alınan devlet kavramını geri getirme yoluyla devlet kavramının yeniden inşasına odaklanmalıdır. Bunun için de siyasi ve sosyal anlamı ile “farkındalığa” ihtiyaç vardır. Bütün vatandaşların eşit olduğu bir devlet kavramına verilecek herhangi bir zararın kaosa ve Arap dünyasının bir kanunsuzluk yatağına dönüşmesi anlamına geldiğini kavrayan kolektif bir farkındalığa gereksinim vardır.
Eğer iyimserlik siyasi bir hata ise kötümserlik ve dikkatli olmak siyasi okuyucuların bilmesi gereken en önemli unsurlardır. Çünkü karmaşıklığı, gösterişliliği ve parlaklığı başta kültür olmak üzere toplumların değişimi için temel olan bileşenlerin gözden kaçmasına yol açabilir. Bu, birkaç yıldır kültürel üretim kalitesi düzeyinde bir gerilemeye şahit olan Mısır’ın geleceği için oldukça endişe verici bir durumdur. Müslüman Kardeşler’in yaşadığı “yaratıcılık” yoksunluğu nedeniyle bu uçurumun daha da genişleyeceğini düşünüyorum. Nitekim devrik başkan Muhammed Mursi her ne kadar “tuk tuk” sürücülerine varana kadar toplumsal grupların çoğu hakkında bir şey söylemiş ve sorunlarına değinmiş olsa da kültür ve sanata tek bir sözcükle bile değinmemişti. Bu durum Mısır’a özel değildir. Aksine bu, siyasal İslam akımlarının karakteri, sanata karşı olumsuz, edebiyat ve tiyatroya karşı kayıtsız tutumunun bir parçasıdır. Öyle ki bu konudaki kapsamlı bilgime dayanarak İslami edebiyat adı verilen akımın dahi siyasal İslamın değil milliyetçi ve solcu akımlardan siyasal İslama yönelenlerin ürünü olduğunu iddia ediyorum. Bu da bir başka yazının konusudur.