Abdurrahman Şalkam
TT

Sağ ve sol: Peki ama insanlar nerede?

Sağ ve sol sözcükleri yerel ve küresel ölçekte politika ve kültür alanlarında dolaşmaya devam ediyor. Genel olarak parti, hükümet ve siyaset sahnesinin önde gelenlerinin adlarının önüne getirilen bir sıfattır sağ ve sol. Büyük insani dönüşümler tarihinde, bir dönüm noktasında kendiliğinden doğan bu iki kelimeyi türeten kişiler ve dönemleri geçmişte kaldı. Söz konusu dönüm noktası Fransız Devrimi sırasında yaşandı.
Kral XVI. Louis döneminde Fransa Kurucu Meclisi üyeleri kralın yetkilerini belirlemek için bir araya gelmişlerdi. Kralın yetkilerinin sınırlanmasını talep edenler salonun sol bölümünde, kralı destekleyenler ise sağ bölümünde oturmuşlardı. İşte sağ ve sol terimleri, 1789 yılında Fransa’da bu şekilde kendiliğinden doğdu. O dönem ve insanları tarihe karıştı ama sağ ve sol kaldı. Kıtaların, zaman ve nesillerin ötesine geçerek kendisini yeniden üretmeyi sürdürdü.
Sol, renkleri bir çağdan diğerine taşınan siyasi ve sosyal yönelimlerin, kavramların ve sloganların taşıyıcısıydı. Bütün siyasi, ekonomik ve kültürel ayrıntılarıyla sosyalizm, sol teriminin en yüksek kaldıracıydı. Çeşitli örgütler tarafından benimsendi. Zaman geçtikçe ve mekân genişledikçe çeşitli ve çoğu zaman da çelişkili ayrıntılar ürettiler.
Komünizmin ortaya çıkışı ve Sovyetler Birliği’nde ilk siyasi oluşumunun kurulmasından sonra, küresel ölçekte sol kavramına egemen olan düşünce genişledi. Bu düşüncenin içeriği, sömürüyü ortadan kaldırmak, adaleti sağlamak, harcadıkları emeklerin gerçek değerine sermaye sahiplerinin el koyduğu işçilerin haklarını geri almak, devlet kontrolü yoluyla üretim araçlarının işçilere ait olmasıydı. Sovyetler Birliği liderleri Komünist Enternasyonal’i (Komintern) kapitalizmi ortadan kaldırmanın ve yerine sosyalizmi getirmenin zorunluluğuna inanan güçleri kapsayan bir slogan ve organizasyon haline getirdiler. Devrimi ise Marx ve Engels’in felsefesinden doğan bu umudu gerçekleştirmenin aracına dönüştürdüler. Lenin bunu tesis edecek olan yol haritasını çizdi. Ancak bu sürece eşlik eden şiddet ve kan, bir etiket gibi fikir ve uygulamalara da yapışıp kaldı. Durum, “Adaleti aramakla başlar, sonuçta bir polis teşkilatı kurarız” sözünü doğrular nitelikteydi.
Geçen yüzyılın otuzlu yıllarının başından itibaren komünist örgütler dünyanın birçok ülkesine yayıldılar. Birçoğu, vatanların özgürlüğü, sömürü ve feodalizmi ortadan kaldırarak vatandaşlara adaleti sağlama sloganlarını benimseyerek güçlerini sömürgeciliğe karşı mücadele için seferber etti. O dönemde okuma yazma bilmeyenlerin sayısı, Asya, Afrika, Latin Amerika’da hatta özellikle doğusunda olmak üzere Avrupa’nın bazı bölümlerinde oldukça çoktu. Bu nedenle, sloganlar ve coşku komünistlerin halkları galeyana getirmek ve heyecanlandırmak için kullandıkları dil bu oldu. Bu sayede komünistler, yoksulluktan muzdarip ve sömürülen kitleleri harekete geçirebilmelerini sağlayacak çevre ve ortamı buldular.
Ancak zamanla komünizme rakip bir terim ortaya çıktı. O da komünizm ile hem birleşen hem de ayrışan sosyalizmdi. Komünist partilerin Sovyetler Birliği’ne bağlı olmaları, din konusundaki tutumunun yanı sıra diğer ayrımlar, iki akım arasındaki mesafenin açılmasına yol açtı. Ancak yine de 18’inci yüzyılda Fransız Devrimi sırasında doğan eski sol kavramı, bu dönemde yeniden gündeme gelerek sosyalizm ve komünizm akımlarını birleştirmiştir.
Arap ülkelerinde komünist partiler, Filistin, Mısır, Sudan, Suriye ve Lübnan’da geçen yüzyılın yirmili yıllarından itibaren kuruldu. Bu partiler ideolojik ve siyasi olarak Moskova ile bağlantılıydılar. Diğer güçlerle birlikte komünist partiler de bağımsızlık savaşlarına ve Filistin’de bir devlet kurmaya dönük Siyonist proje ile mücadeleye katıldılar. Sovyetler Birliği, edebiyat, sanat, tıp ve teknik alanlarda eğitim almaları için üniversitelerinin kapılarını Arap öğrencilere açmıştı. Bu öğrencilerin bazıları ülkelerine döndüklerinde yanlarında örgütsel, ideolojik ve kültürel yanları ile komünizmi de taşıdılar. Aralarında Rus edebi eserlerini Arapçaya çeviren yazarlar, edebiyatçılar ve şairler de vardı. Daha sonra Çin ile Sovyetler Birliği’ndeki komünistlerin bölünmesi Arap dünyasını da etkiledi. Fakat her iki kanat da Güney Yemen dışında hiçbir Arap ülkesinde iktidara ulaşamadı.
Ellili yıllarda sol kavramı, Mısır’daki Temmuz Devriminden, Irak’ta Abdulkerim Kasım’ın gerçekleştirdiği darbe ve Baas Partisi’nin ortaya çıkışından sonra Arap sahnesine girmeye başladı. Bilhassa Arap milliyetçi hareketinin ortaya çıkışı, Filistin davasının Arap siyasi akımlarına egemen olması, bu akımlar arasında teorik ve kinetik bir çatışmanın patlak vermesinden sonra bu terim daha da kökleşti. Fakat 1967 Arap-İsrail savaşında alınan yenilgi her şeyi sarstı. Her yandan sorular akmaya başladı. Tabu olan her şey, seçkinlerin hatta halktan insanların saldırısına maruz kaldı. Birçok düşünce çöktü ve günün birinde duyguları harekete geçiren sloganlar kayboldu.
Her yerde her şey harekete geçti. Sovyetler Birliği yıkıldı. Dünya, ABD liderliğinde kapitalist Batılı tek kutuplu bir döneme girdi.  Arap dünyasında, sol adı verilen akım büyük ölçüde kayboldu. Bu noktada şu soru sorulabilir: Peki, solun karşısında bir Arap sağcılığı var mıydı?
Kavramlardan ve siyasi ideolojilerden uzakta solcu söylem, ideolojik ve örgütsel olarak siyasi faaliyet çevrelerine atılan siyasi partilerin elit sınıfları arasında üretilmişti ve genel olarak halkta karşılığı yoktu. Halkın ezici çoğunluğu köklü ve ithal edilmemiş bir değerler sistemi üretmiş sosyal ve dini mirasa bağlı kalmıştı ve buna göre yaşıyordu.
Bazı solcuların kendisini muhafazakâr, gerici ve gelenekçi olarak niteledikleri Arap rejimler de nesnel olarak sağcı şeklinde sınıflandırılamaz. Bunların birçoğu, eğitim fırsatları ve sağlık hizmetleri sunup altyapılarını inşa etmişlerdi. Kendilerini ilerici solcu olarak tanıtanlar eski Tunus Cumhurbaşkanı Habib Burgiba’ya saldırarak kendisini sağcı ve gerici olarak niteliyorlardı. Oysa solcu liderler Güney Yemen’de iktidar için savaşırken, Irak ve Suriye’de birbirleriyle savaşıp yoldaşlarını tasfiye ederken; Burgiba, ülkesinde her alanı kapsayan bir sosyal değişime liderlik ediyordu. Sözün özü; Arap ülkelerindeki sağ ve sol reçetesi ithal ve yanıltıcı bir reçeteydi. İçi boş sloganlar içinde kaybolma savaşlarına eklenen bir madde olmanın ötesine geçememişti.
Günümüzde, yeni bir dünya ve kendi kendini tasnif eden, seçkinlere boyun eğmeyen yeni insanlar var. Eğitim ve medyanın yayılma, her bireyin seçeneklerini belirlediği bireysel öznellik gerçeğinin genişleme çağında zaman ve mekân, sağı ve solu ile Fransız Kurucu Meclisi salonundan ayrılıyor. Dünyanın tanık olduğu değişimler aracılığıyla taşınan tüm ayrıntılarıyla sağ ve solu terk ediyor. Onların yerini ise, ne sağı ne de solu olmayan bir salona dönüşen dünyada insanların durmadan yarattıkları siyasi ve ideolojik oluşumlar alıyor.