Süleyman Cevdet
Mısırlıaraştırmacı yazar
TT

Nehir sularından taşan hakikat

Bundan yaklaşık 12 sene önce, İsviçre’de düzenlenen Davos Ekonomik Forumu’na, geleceği okuduğu iddia edilen bir kişi davet edilmişti. Bu adamın, herhangi bir şahsın değil, dünyanın geleceğini ‘okuması’ bekleniyordu.
Söz konusu adam, gelecek 15 yıl içinde dünyada neler yaşanabileceğine dair tahminlerde bulundu. Davos’a çağırılan bu uzmanın bakacağı falın, 21. Yüzyılın ilk çeyreğinin sonu olan 2023 yılına kadar dünyayı nelerin beklediğini öngörmemiz için bize imkân vermesi gerekiyordu. 
21. Yüzyıldan 22. Yüzyıla kadar dünyaya damgasını vuracağını söylediği üç mesele zikretti.
İlk konu; Afrika’nın dev bir ekonomik güce erişeceğiydi. Yani bir anlamda ‘kara kıta’ yeniden keşfedilecekti. Daha önce dünyada, Afrika hakkında, sadece yoksulluk, işgal ve emperyalizme dair şeyler işitiliyordu. Görünen o ki ‘Davos kâhininin’ bu öngörüsü doğru çıktı.
Yıllar önce salgın hastalıklarla boğuşan Afrika ile şimdi, ABD, Çin, Rusya gibi ülkelerin üzerinde çatıştığı Afrika arasında bariz farklar var.
Afrika artık, kuzeyli zengin halkların aksine talihsiz karamsar güneyi temsil etmiyor.
Suudi Arabistan, Afrika İşleri Bakanlığı adında yeni bir bakanlık kurup, başına da Kral Selman bin Abdulaziz’in Kahire Büyükelçisi Ahmed Katan’ı atadı.
Öyle görünüyor ki Suudi yönetimi, geleceğe dair bu öngörüyü ciddiye alarak, arasında sadece Kızıldeniz’in bulunduğu, yaklaşık bir milyar insanın yaşadığı Afrika kıtasına özel bir ilgi duymaya başladı.
Davos uzmanının öngördüğü ikinci husus; bu süre zarfında geleneksel kitapların yok olacağı yönündeydi. Yüzyıllarca süregelen kâğıda basılı kitap anlayışının yerini elektronik kitaplara bırakacağını söylüyordu. Oysa yazının bulunduğu ilk tarihten itibaren, bilgi aktarımı için kitaplar vazgeçilmez nesnelerdi. Kütüphaneler raflarında ne kadar çok kitap olduğuyla övünür, yazma eserler özenle korunurdu.
Hz. İsa Mesih’in doğumunun üzerinden 15 asır geçmesinin ardından matbaanın bulunmasıyla kitaplar daha da yaygınlık kazandı. Araçlar değişse de, okurlar için içerik önemliydi. Anlaşılan ‘Davos uzmanının’ kitaplar konusundaki öngörüsü doğru çıkmadı.
Bunun birçok sebebi var; Okuyucu nazarında uzun zamana dayanan kitap sevgisi, bu kısa süre içinde basitçe yok olacak değildi. Araştırmalar bize şunu söylüyor, e-kitap okuyucularında ya da Ipod’larımızda depoladığımız elektronik kitaplar bir süre ilgi görmüş olabilir, ancak okuyucular hala eski alışkanlıkları olan basılı kitaplara derin özlemler duyuyorlar. Üstelik e-kitap okumaya başlayanların birçoğu da süreç içinde tekrar basılı kitaplara yöneldiler.
Çoğu okur, basılı kitap okurken alınan hazzın, asla aydınlık ekrandan okunan kitaplardan alınamayacağını düşünüyor.
Ne kadar cazip kampanyalar yapılsa da, elektronik kitaplar, geleneksel kitapların yerine geçemiyor.
Tabi e-kitapların varlığı, basılı kitaplar aleyhine bir durum değil, ikisinin de aynı anda var olmasında bir beis yok. Kütüphanemizde kitaplarımız olsun ama aynı zamanda taşınabilir olarak yanımızda da bulunsun.
Televizyonun bulunuşuyla radyonun yok olmadığı gibi, bu iki araç da bir arada var olabilir. Her ne kadar televizyon radyonun önüne geçmiş olsa da, radyo dinleyicileri bu alışkanlıklarını tamamıyla terk etmedi, hala küçük radyolarını ceplerinde taşıyan insanlar var.
Davos kâhininin üçüncü öngörüsü ise, suyun alınır satılır bir ürüne dönüşeceği ve farklı kıtalardaki devletler arasında ‘su çatışmaları’ yaşanacağı yönündeydi.
Şüphesiz kast ettiği şey tatlı suydu. Tuzlu su olsaydı sorun olmazdı, bunca deniz ve okyanus herkese yeterli gelirdi. Oysa dünyadaki altı kıtada cereyan eden nehirler kısıtlı sayıda.
Maalesef insanlar içme suyu kullanımında, müsrif davranışlar sergilemekte. 50’li yıllarda Mısırlı yazar Taha Hüseyin şu meşhur sloganı yaratmıştı: "Eğitim su ve hava gibi zorunludur." Edebiyat Fakültesi Dekanı olan Taha Hüseyin bu sözüyle, eğitimin de, hava ve su gibi herkesin hakkı olduğunu ve eğitimsiz yaşanılamayacağını vurgulamak istiyordu.  
Bu üçüncü öngörü, ilk bakışta iki davada karşılık bulmuş gibi görünüyor. Bu davaların ilki, bir tarafta Mısır-Sudan ve diğer tarafta Etiyopya olmak üzere, Nil Nehri suları üzerindeki ihtilaf.
İkincisi de, bir tarafta Türkiye diğer tarafta Suriye ve Irak olmak üzere Fırat Nehri üzerindeki ihtilaftır.
Etiyopya hükümeti sanki ansızın tarih boyunca topraklarından doğan ve Sudan ile Mısır’a akan Nil Nehri’nin artık eski mahiyetinde olmayacağını keşfetmiş gibidir.
Aynı durum, Anadolu’dan doğarak, önce Bilad-ı Şam topraklarına, ardından da Basra'dan Körfez'e dökülen Fırat Nehri için de söz konusudur.
İki durumda da su, Arap olmayan ülkelerin topraklarından çıkarak, Arap topraklarında son bulmakta ve Arap olmayan taraflar ek haklar iddia etmektedir.
Davos Zirvesi’nde geleceği tahmin eden uzmanın görüşünün aksine, buradaki mesele suyun bir ‘ürüne’ dönüşmüş olması değildir, suyun Ankara ve Addis Ababa tarafından siyasi bir koz olarak kullanılmasıdır.
Etiyopya’nın inşa ettiği Nahda Barajı hakkında birçok teknik açıklama yapıldı, barajın ne kadar süre içinde dolacağı ve suyun nasıl idare edileceği vesaire konuşuldu, ancak gerçekler tamamen farklıdır.
Eğer iyi niyet olsaydı ve gizli bir gündem bulunmasaydı bu üç başkent arasında saatler içinde bir ittifaka varılabilirdi.
Eğer ‘Davos kâhini’ suyun bir ürüne değil de ‘siyasi koza’ dönüşeceğini öngörseydi, günümüz gerçekliğine daha yakın bir öngörüde bulunmuş olabilirdi.
Etiyopya insaflıca düşünecek olsaydı, suyun ne bir ürün ne de siyasi bir koz olamayacağının farkına varırdı.
İnsanların, topraklarından geçen sularda hakları vardır, bu hakkı ‘Kıyı Kanunu’ndan’ önce bizzat tabiat teslim etmiştir.