Süleyman Cevdet
Mısırlıaraştırmacı yazar
TT

​Hikâyenin karanlık yüzü

Bir şeyin iki yüzü olduğunu tasvir etmek isteyenler, bize uzaklığına rağmen, genelde ‘ay’ örneğini vermeyi tercih eder.
Ayın bir yüzü sürekli parlak ve aydınlıktır, öteki yüzü ise ışığı tanımaz, kum ve kayalarla kaplıdır ve karanlıklar içindedir. Astronomlar ve bilim insanları ayın kum ve kayalarla kaplı olduğunu söyleyebilir, ancak şairler başka türlü görmeye meyillidir. Ayın iki çelişkili yüzü hususunda dehşete kapılanlar, gözlerini yeryüzüne çevirsinler ve özellikle bugünlerde nasıl bir ikiyüzlülüğe şahit olunduğuna odaklansınlar. Ay her zaman öyleydi, bir yüzü aydınlık, bir yüzü karanlık, oysa biz tanıdığımız yeryüzünün tek bir yüzü olduğunu düşünüyorduk. Zamanla yeryüzünün de ikiyüzlü olduğunu kavradık.
İnsanlığın yazılı tarihten bu yana gezegende kaydettiği ilerlemenin, son elli yıl boyunca çok hızlı bir şekilde aşıldığına dair birçok şey duyduk ve okuduk. Söylediklerine bakılırsa, bir elin parmak sayısını geçmeyecek on yıllar içinde, insanlığın binlerce yıl başaramadığı ilerlemeler kaydedilmişti.

Daha sonra yıl bitiminde dünyayı çepeçevre saran koronavirüs salgını ortaya çıktı. Lisanı hali ile adeta şöyle diyordu; “Hesapta yanıldınız, son elli yılda gerçekleştirdiğiniz ilerlemeler ve önceki yüzyıllarda gösterdiğiniz onca çaba, kitabın son sayfasına geldiğiniz anlamına gelmiyor. Son söz henüz söylenmiş değildir.’’ Oysa modern dünya, her şeyi kavradığını ve etrafında olan bitenlere hâkimiyet kurduğunu sanıyordu. İşte bu ortamda niçin bilmiyorum, Kuran-ı Kerim’deki şu ayeti hatırladım: “Nihayet yeryüzü bütün zinet ve güzelliklerini alıp süslendiği ve sahipleri de onun üzerine (her türlü tasarrufa) kadir olduklarını sandıkları bir sırada, geceleyin veya güpegündüz ansızın ona emrimiz (afetimiz) geliverir de, bunları, sanki dün yerinde hiç yokmuş gibi, kökünden yolunmuş bir hâle getiririz. İşte düşünen bir toplum için, ayetleri böyle ayrı ayrı açıklıyoruz.’’ (Yunus:24)

Bu ayet tefsirlere göre, kıyamet koptuğunda yeryüzünde yaşayan insanların ahvalini betimliyor. İnsanlara zaman zaman saldıran ve daha sonra süresi tamamlandığında çekip giden virüslerden bahsetmiyor. Bu tür salgın hastalıkları üzerine zaman geçtikten sonra unutulur ve sadece salgını yaşayanların hafızalarında uzak bir kâbus gibi kalır.
İnsanlığın başına gelen en korkunç salgınların da akıbeti nisyan olmuştur. Kara Veba on milyonlarca masum insanı ezip geçmişti, Domuz Gribi bu çağın son evrelerinde dünyaya yayılmış ve insanları paniğe sevk etmişti, neyse ki uzun süreli değildi. Domuz Gribinin kötü hatıraları henüz silinmemişken, insanlık iş bu ağır salgınla karşı karşıya kaldı. Bu salgın pervasızca tüm dünyayı dolaşıyor, her gün, hatta her saat daha da ilerliyor. Rüzgârlı bir günde sık ağaçlıklı bir ormanda çıkan yangın gibi her yöne saldırıyor. Ayetteki; ‘hasida’ (kökünden yolunmuş-hasat edilmiş) ifadesi, adeta koronavirüsü tasvir ediyor, bu yoğun anlam; hiçbir başkente istisna tanımayan dehşetengiz salgını fazlasıyla karşılıyor. Devamındaki ‘sanki dün yerinde yokmuş gibi’ ifadesi de dehşet verici. Yani başına gelen felaketle, sanki daha dün üzerinde hayat yokmuş, herhangi bir imar yapılmamış, yılların üst üste biriktirdiği medeniyetin izleri silinmiş anlamını çağrıştırıyor.
Koronavirüs Çin Wuhan’da ortaya çıkmadan bir saat öncesine kadar, dünyada her şey yerli yerinde gibiydi. İnsanlar sanki her şeye sahipmiş gibi davranıyor ve tam olarak ayette de geçtiği üzere dünyada ‘kadir oldukları’ sanrısına kapılmıştılar.
Dünyanın nükleer bir felaketle yok olması üzerine birçok şey işitiyorduk. Nükleer silahlara sahip olanlar, ellerindeki güçle dünyayı defalarca yok edebileceklerini ima ediyordu. Sahip oldukları silahların, gezegeni, bir, iki ya da on defa değil, yüzlerce kez yok etme potansiyeli olduğunu söylüyordular. Kimse de bu ‘yüzlerce kez’ yok etme isteğindeki saçmalığa dikkat etmiyordu. Gezegen bir defa yok edilmişse ikinci kez yok edilmesine imkân yoktur. Koyun öldükten sonra derisinin yüzülmesini elbette umursamaz.
Düşüncelerin, insanların ve ürünlerin, sınırlar, duvarlar ve kısıtlamalar olmaksızın tüm gezegende serbestçe hareket edeceği söyleniyordu, daha sonra 11 Eylül terör saldırıları oldu ve bu hayaller suya düştü. İnsanlar her zaman yeni bir şeyler buldukları için övünmeye eğilimlidir, bu yeni buluşlar, insanlık tarihi boyunca ayakta kalmamızı sağlayan temel kurallara ve ilkelere aykırı olsa da kitlelerce benimsenir.
Daha düne kadar ‘açık bir dünyadan’ söz ediyorduk, dünya tarihte olmadığı kadar birbirine açılmıştı. Sonra Trump yönetimi, ABD-Meksika sınırına büyük bir duvar örerek, kaldırılmasını umduğumuz sınırları daha da belirginleştirdi. O zamanlar bu tutumu, gerici olarak addettik ve çağa uygun olmadığını düşünerek şiddetle eleştirdik. Küreselleşen bir dünyada sınırların varlığı ve hareketin kısıtlanması kabul edilemezdi.
Bir anda dünyayı sessizlik kapladı, kameralar boş sokakların, caddelerin ve meydanların görüntüsünü aktarmaya başladı. Herkes evine sığınmış, korku ve endişe ile dünyanın akıbetinin ne olacağını bekliyordu. İnsanlar sadece gelişmiş mikroskoplarla görülebilen küçücük bir varlığın karşısında aciz kalmıştı. Daha birkaç hafta öncesine kadar birbirine güç gösterisi yapan ülkeler, bu küçücük varlıkla nasıl mücadele edeceklerini bilmedikleri için çaresiz duruma düştü. Bu virüs dünyaya meydan okurcasına özgürce hareket edebiliyordu. Hikâyenin iki yüzü var, birinci yüzü korona salgınından birkaç saat öncesine kadar dünyaya egemen olduğunu düşünen insana dairdir. Öteki yüzünü ise korona salgını ortaya çıkarmıştır. Koronavirüs insanları evlerinde kalmaya mecbur kıldı ve herhangi bir engelle karşılaşmaksızın insanın yerine hareket etti.