Vahdettin İnce
Yazar
TT

Korona neyse de bu tenhalık fena

Kaldığımız ev tam köşe başı. Bir tarafı arabaların vızır vızır geçtiği (yoksa çoğunlukla yoğun bir trafik mi yaşanırdı, bilemedim şimdi) caddeye bakıyor, bir tarafı da çocukların cıvıl cıvıl oynadıkları sokağın girişine. (Özlemişim kerataları demek ki, oysa o tiz sesleriyle beni hop oturtup hop kaldırırlardı oturduğum yerden. Bir pazar günüydü. Tercümesini bitirip teslim etmem gereken birkaç sayfası kalmıştı kitabın. Yoğun bir stres altında başladım çalışmaya. Çocuklar pencerenin dibinde sokağın tenha oluşunu fırsat bilerek futbol oynuyorlardı. Önce en sevecen halimi takınarak çıktım balkona, ‘Çocuklar, biraz uzağa gidin” dedim. “Tamam amca”derken pek sevimliydiler afacanlar. Bilgisayarın başına oturmuştum ki aynı gürültü biraz daha artmış olarak beni yeniden yerimden kaldırdı. Bu sefer öfkeli bir yüzle çıktım balkona, “Keratalar, çabuk buradan uzaklaşın” diye çıkıştım. Korkmuş gibiydiler. Sağa sola kaçıştılar. Bu korku onlara yeter, bir daha gelmezler diyerek içeri girdim. Birkaç dakika geçmemişti ki yeniden kızılca kıyamet koptu. Bu sefer hiçbir şey demeden hanımın balkon demirine bağladığı saksıyı tutup onlara atmaya yeltendim. Sağlam bağlamış olmalıydı ki saksı yerinden kımıldamıyordu. Bu sefer elimi saksıdaki yuvarlak topuzlu bitkiye attım. Wîîîî (acılar içinde ayyy diye inlemenin Kürtçesi) diye inledim. Sivri dikenlerinin ciğerime battığını sandım. Meğer o yumak yumak bitki kaktüsmüş. Hanımın eline iğne alarak acıdan inlemelerime aldırmadan bir yandan da için için gülerek dikenleri çıkarmak için avucumu delik deşik etmesini hiç unutmuyorum). Gün boyu kalabalık olurdu hem cadde tarafı hem sokak tarafı. Araba homurtuları, korna sesleri, sürücülerin ön alma çabaları uğruna verdikleri kavgalar, çocukların sağa sola bağırarak kaçışmaları, annelerinin onları kontrol bahanesiyle pencereden sarkarak yedi mahalleye duyurdukları sesleri eksik olmazdı. Evi alırken etraf pek tenhaydı oysa. Böyle olacağını bilseydim almazdım muhtemelen. Çünkü ben arazisine izinsiz giren yabancıları elindeki tüfekle kovalayan huysuz Amerikalı ihtiyar kovboy kadar olmasa da gürültüden acayip rahatsız olurum. Bunun sebebi, yoğunlaşmak için derin bir sessizliği gerektiren mütercimlik mesleğidir. Meslek hastalığı yani.
Daha güneş doğmadan derinden gelen bir ezan sesiyle uyanırdı mahalle. Evimizin zemin katında bir fırın var. Onun da tam karşısındaki köşe başında bir börekçi dükkanı. Her ikisi de ezandan önce açılırdı. Biraz sonra birinin önünde taze ekmek almak için insanlar, öbürünün önünde trafiğe yakalanmamak için kahvaltı yapmadan evden erkence çıkan araç sahipleri şekerli Kürt böreği almak için kuyruğa gireceklerdi. Ezanla birlikte evlerin lambaları yanmaya başlardı. Hava sıcaksa o saatlerde balkona çıkıp temiz havayı ciğerlerime çekmeyi pek severim. Taze ekmek ve börek kokusu bir yandan gelirdi. Biraz sonra elinde bastonuyla mütevekkil adımlarla camiye gitmekte olan bir amca görünürdü. Karşı apartmanın demirden bahçe kapısı da ezana ayarlıydı. Her sabah o vakitlerde sektirmeden çarpardı. Ben de mutlaka o tarafa bakardım. Sakallı hacı amca cemaate yetişmek için telaşla yürüyordu. Bir alt sokakta oturan ilahiyatçı genç akademisyen de sabah namazını camide kılmayı adet edinmiş müdavimlerdendi. Arabaların sayısı da artıyordu yavaş yavaş. Köprü trafiği başlamadan işyerine vaktinde ulaşmak isteyenler telaşla sürerdi arabalarını. Yolun iki tarafında otobüse yetişmek isteyen insanlar. Biraz ileride yan sokakta trafiğe dalmak isteyen bir arabanın şoförü ile ona yol vermek istemeyen bir başka arabanın şoförü kavgaya tutuşmuş olurlardı. Korna sesleri yükselirdi ve sonra yeniden akmaya başlardı trafik. Güneşin doğduğunu fırıncının kamyonete yüklediği ekmek kasalarının küt küt seslerinden anlardım. Annelerinin elini sıkı sıkıya tutmuş yarı uykulu çocuklar sahne alırdı bu sefer. Okul açılmak üzereydi.  Saat onlara doğru “pattiieez…zuvaaan” sesi yükselirdi sokaktan. Aman Allah’ım bu neydi? Avrupa’da olur muydu böyle şeyler diye geçirirdim içimden. Bazen hanımla tartışırdık, ne diyor diye. Pattieez’i anlıyorduk, patates. Ya şu zuvaaan neydi? Ben “su var” (damacanada su satıyor olamaz mıydı mesela?) diyor diye diretirdim. Hanım “soğan” diye bağırıyor diye inat ederdi. Elimden bir kaza çıkmasın veya elim bir kazaya uğramasın, mesela kaktüsü tutup fırlatmaya kalkışmasın diye balkona çıkıp bakmazdım tabi.
Geceye kadar sürerdi bu hayhuy. Hafta sonuysa eğer evimizden yüz metre kadar ilerideki kahve biraz daha kalabalık olurdu. Maç vardı. Bir kanepeye uzanmış hülyalara dalmışken karanlığı delen gür bir goool sesiyle yerimden zıplardım. Genellikle Galatasaray gol atmış olurdu o zaman. Çünkü diğer takımlar gol attıklarında pek cılız birkaç ses çıkardı. Kahvenin müdavimleri çoğunlukla Karakoçanlıydılar. Sigara içmek için kahvenin önündeki kaldırıma yığılan müşteriler yüzünden az ötedeki Karslının bakkalına zorlukla ulaşabilirdik.
İki haftayı geçti koronavirüs salgını yüzünden eve kapanalı. Başlarda saydığım bu olumsuzluklardan kurtulmuş olarak kafa dinliyordum. İyi gelmişti bu sessizlik. Geçen sabah kalktım fırından ekmek almaya gittim. Sokakta tek çocuk sesi yok. İn cin top oynuyordu. Berber kapalı. Nalbur hiç açmıyor. Kuaför kapıya kilit vurmuş. Fırına girdim. Üç müşteri vardı. Günlerdir televizyonlarda dinlediğim sosyal mesafeyi koruyorlardı. Fırıncı beni görünce “Abi seni mi gözden çıkardılar” diye takıldı. Altmış beş yaşını doldurmadığımı kanıtlayıncaya kadar birileri beni alıp götürmeden eve döndüm. Sonra bir bardak çayı alıp üşütecek kadar soğuk havada balkona çıktım ve buğulu bakışlarla etrafı seyrettim. Derin düşüncelere daldım. Hüzünlendim. Sabah erkenden gazeteleri kapının önünde dizen Karslı bakkal kapalıydı, gün içinde bir görünüp bir kayboluyordu. Börekçi öğlene doğru geliyor. Gelen giden olmadığı için kapatıp gidiyordu. Karakoçanlıların kahvesi günlerdir kapalı. Kaldırımlar sigarasız, dumansız, pek hijyen. Ama hayat belirtisi yok. Hüzünlendim. Saçım sakalım uzanmış. Berber kilitli. Evlerin bacalarını kolluyor virüs gibi geldi bana. İçeri girdim tenhalıktan ürpermiş olarak.
Bu sabah bir şey oldu. Sesini duyduğumda bir pompalı tüfeğim olsa da şunu kovalasam dediğim sokak satıcısının sesini duydum. Heyecanla balkona koştum, günlerdir yolunu gözlediğim bir yakınım kapı ziline basmış gibi sevinçle koştum balkona. “Çileeek. Aromalı Bursa çileğiii” diye bağırıyordu. Sokağın sonunda gözden kayboluncaya kadar sesine kulak kesildi bütün bedenim. Arkasından bakakaldım. Az kalsın gitme ne olur, biraz daha bağır diyecektim.
Yeniden sessizliğe büründü sokak, ben de hüzne kapandım. Az sonra bağrışma benzeri bir ses duydum bu sefer. Aman Allah’ım, yoksa yol verme kavgası yapan şoförler mi? diye koştum balkona. Karşı apartmanın penceresinden yaşlı amca markete giden oğluna eldiven siparişi veriyordu.
Çocuklar neredesiniz, bu sokak sesinize hasret kaldı? Bir daha gelin, size balkondan çiçek atacağım.