Hazım Sağıye
TT

Korona hakkındaki halüsinasyonlar

Televizyon kanalları ve medya platformlarında şehirlerin boş meydanlarını izlediğimizde bu görüntünün gerçekten de Times Square  ya da Piccadilly Circus’a ait olduğundan emin olmak için kimi zaman altlarında yer alan tanıtıcı yazıyı okumak zorunda kalıyoruz. Aslında bunlar, aramızdan birilerinin çok iyi tanıdığı ya da en azından görüntüsünü çok iyi bildiği mekânlardır. Ne var ki insanları ve kalabalığı olmadan tanınmayacak bir haldeler.
Zira mekanlardan insanlarını çekip almak -ki savaşların çok daha yıkıcı bir güç ile yaptığı şey budur- onu kendisi olmaktan mahrum eder. Diğer bir deyişle bu durum mekanı yaşamın olmadığı hüzünlü bir kartpostala dönüştürür.
Birimiz şehrinin kapalı sokaklarında yürürken böyle bir his daha da artar. Gece ile gündüz, sabah ile akşam, şehir ile köyün eşit olduğuna dair kuvvetli bir hisse kapılır insan. Tek başına yürüdüğü bu sokak sadece kendisininmiş gibi görünür. Ancak hiçbir şeye sahip olmadığı ya da sahip olduğunu sandığı bu şeyin hiç kimsenin istemediği terk edilmiş bir sahiplik olduğuna dair duygu yakasını bırakmaz. Artıkları ile kendisini besleyen restoranlar kapalı olduğu için sadece aç kediler mekanı işgal etmektedir.
Mekanlar arasındaki bu eşitlenme, bir ülkenin sınırlarını aşıp tüm dünyayı istila etti. Bu da bazılarına korona ve etkilerini tanımlamak için “dünya savaşı” ifadesini kullanmalarına olanak tanıdı. Ancak kendisi aynı zamanda, hem de büyük ölçüde zamanların, daha doğrusu zaman aralıklarının da eşitlenmesidir. Pazartesi salı, salı çarşamba, sabah bir başka sabah, akşam da bir başka akşam gibidir.
Bu nedenle, insan telefonuna gelen mesajda ya da e-postada “ne haber” ifadesini gördüğünde elinde olmadan gülüyor. Eşyalarımız, bizi çevreleyen ve bizim onları çevrelediğimiz şeyler arasında var olan böyle kapsamlı bir eşitliğin gölgesinde haber olmaya değer olaylar gerçekleşmez. Hepimizin yerine getirdiği ve sıkıcı detaylar dışında uygulamada birbirimizden ayrılmadığımız üç ya da dört iş var. Birimiz sabah evinin etrafında azıcık yürürken bir başkasının akşam yürümesi, birimizin yemek yapmayı yıkamaya ya da okumayı yazmaya tercih etmesi gibi...
Dolayısıyla her şey aynı ve herkes eşit... Korona ile ilgili haberler ise sabah kalktığımız andan itibaren günümüze egemen olan tek şey haline geldi. Ölü sayısı kaç oldu? Vaka sayısı kaç oldu? İtalya’da durum nedir? İngiltere’de durum nedir? Bizde durum nedir?
Totalitarizmi inceleyenler ise kendisinin her şeyi siyasallaştırdığını, herkesi eşitlediğini, yaşamı herkesin onun adına seferber edildiği ve kontrol edildiği bir sorun ile kuşattığını düşünüyorlar. Koronanın eylemlerinde totalitarizmin eylemlerine benzer noktalar buluyorlar. Özellikle ikisinin de insanların sahip oldukları en değerli şeyi, özgürlüklerini ellerinden alıp onları evlerine hapsettiği göz önüne alınırsa.
Bastırılan şiddet birikirken birbirleri ile yarışan “arkadaş” araçlar çoğalıyor. Korona insanın elini düşmana ya da hareketleri ve davranışları gözetlenmesi gereken bir şüpheliye dönüştürdü. Çünkü el, yanlışlıkla bir şeye dokunabilir, sahibine ihanet edip ona hastalığı taşıyabilir. Evlerde ise mevcut alanı paylaşmak, öksürmek ve hapşırmak nedeniyle çatışmalar şiddetleniyor. Bedenen daha güçlü olan, kurbanı “eşine” karşı aile içi şiddete başvuruyor.
Diğer yandan her iki durumda da sözcükler  birçok anlamını kaybediyor. Örneğin birbirimize çokça söylediğimiz “özledik” kelimesini ele alalım. Bu özlem duygusu bilhassa koronanın dayattığı sosyal uzaklaşmanın ışığında tamamen samimi olabilir. Bununla birlikte kendisi gerçekleşemeyecek, bilindik olası zararlı sonuçları göz önüne alındığında kendisini dile getirenlerin de aslında gerçekleştirmek istemedikleri bir ifadedir.
Polonyalı şair ve romancı Czeslaw Milosz’un Polonya’da komünizmin ışığında haberlerin dönüştürülmesini ve tahrif edilmesini konu alan Zniewolony Umysł (Esir Akıl) adında harika bir kitabı vardır. Milosz bu kitapta, Fransız aristokrat ve teorisyen De Gobineau’dan “gizleme” teorisini ödünç almıştır. Kendisi de 1861 ila 1863 yılları arasında bir gezgin olarak yaşadığı İran’da bunu bizzat gözlemlemiştir. Buna göre gizlemeyi içselleştirenler, kendilerini aynı anda karşıt şeyler söylemeye iten çelişkiler ortasında yaşayabilirler. Yöneticilerinin isteklerine uyum sağlayabilir ve özgür insanlar gibi bağımsızlıklarını koruduklarına ya da en iyi ihtimalle gönüllü olarak özgürlüklerini feda etmeye karar veren özgür kişiler olduklarına inanabilirler. Bu gizlilik, sahibine rahat ve güven verir ve aynı zamanda arzulu düşüncelerinin etrafını bir duvarla çevirip korur. Gizleme nedeniyle vatandaşlar iç ve dış, biri bastırılmış diğeri açıklanmış bir seviyede yaşarlar. Buna sahneye, şehir ve mesleklerin doğasına uzanan derin bir değişiklik eşlik eder. Bu derin değişikliğe uyum sağlanmalıdır çünkü aksi takdirde kötü sonuçlar doğurabilir.
Anlatmak istediği şeyi örtülü olarak anlatan birçok eser vardır. George Orwell’ın 1984 romanında kullandığı “yeni konuşma” ifadesinden Lisa Wedeen’ın Esed Suriyesi hakkında tanımlama yaparken kullandığı “sanki” ifadesine kadar önemli olan söylenen değil, söylenmek istenendir. Diğer sorun ise bu sözlerimizi hatta korona ile yaşamımızı veya evde kalarak yaşamayı içselleştirmemiz ve normal yaşamımıza dönmemiz mümkün olduğunda “bu yaşama geri dönmekten” korkmaya başlamamızdır. Nitekim gölgesinde yaşadıkları totaliter rejimler yıkıldıktan sonra değişim ve dünyaya açılmaktan korkanlar olmuşlardır. Ne var ki, rejimlerin yıkılması bazı ülkelerin tamamını neredeyse çorak bir araziye dönüştürdü. Koronavirüs salgını sona erdiğinde arkasında bırakmasından korkulanlar arasında bu da vardır.