Abdurrahman Şalkam
TT

Alberto Moravia: Libya’da kan ve aşk

Büyük İtalyan romancı Alberto Moravia hem anlatıcı hem de romanın kendisiydi. Zaman yuvarlak yüzü üzerinde durmuş ve farklı adımlarla ilerlemişti. Asılı beyaz kaşları, konuşmasının yavaş ritmini yumuşak sesi ile ayarlıyordu. Kendisiyle Libya’nın verdiği “Fatih Yaratıcılık Ödülünü” kendisine teslim etmem talep edildiğinde tanışmıştım. Ödül, yazılı ve imzalı bir sertifika ile altta oyulmuş işlemeler ile süslü demir bir dairenin bulunduğu uzun bir madalyadan oluşuyordu. Beni, akıcı yaratıcılığın çılgınlığının hala eşlik ettiği yaşlılığını aşkı ile canlandırdığı İspanyol kız arkadaşı ile yaşadığı Roma’daki evinde karşılamıştı.
Alberto Moravia şair ve filozoftu. Romanı, düşüncelerinin özünü akıtacağı bir kap olarak seçmişti. İtalyanca, zamanın rahminin atışlarından ve Rönesans’ın yükselişinden doğmuştur. Harflerinde ve kelimelerinde din, şiir, felsefe, şarkılar ve aşkın nefesleri yaşar. Dünya üzerinde İtalyanlardan başka kimsenin konuşmadığı kendi topraklarında hapsolmuş ulusal bir dildir. Dante Alighieri’den Machiavelli, şair Danusio ve keşiş filozof Thomas Aquinas’a evrensel yaratıcılığın dili dallanıp budaklandı. Latinceden Bulgarcaya sonra da modern İtalyancaya dönüştü.
İncil’in Martin Luther tarafından Almancaya çevrilmesi ve Protestan mezhebinin kuruluşu, düşünce, din, felsefe, yaratıcılık ve dillerde kısaca her şeyde devrimci yeniliğin anahtarını taşıyan yeni Avrupa zamanının başlangıcı oldu.
Moravia romanlarında İtalyanların sahip oldukları tarih, hayal gücü ve duygular da dolaşır. Sahiplerinden başka kimsenin konuşmadığı ve okumadığı bir dilde yazılan romanları nüfusu 60 milyon olan bir ülkede yarım milyondan fazla baskı yapmaktadır. Okurları, genellikle psikolojik oluşum, arzular ve iç güdülerin derinlerine dalan eserleri hakkında tartıştıkları kadar onu  severler. “Ben ve O” romanı kendisini okumak için yarışacak kadar okur ve eleştirmenleri büyülemişti. İtalya’da çok satılmış ve birçok dile çevrilmişti.
İspanyol kız arkadaşı bana bir randevu ayarladıktan sonra ödülünü teslim etmek için kendisini evinde ziyaret ettim. Yaşlı yazar ilk önce bana Libya’daki bazı şehirler ve bölgeler hakkında sorular sordu. Sorduğu tüm soruları yanıtladım. Daha sonra uzun ve ayrıntılı bir biçimde Libya tarihinden ve faşist ile Nazist olarak nitelediği İtalyan işgalinden bahsetti. Libyalıları öldüren, toplu tutuklama kamplarında onları idam edip soykırım yapan Mussolini ve Graziani hakkında kınayıcı ifadeler kullanmaktan kaçınmadı. Tarihçi ve düşünür dili ve aklıyla konuştu. Kan dökücü işgalci diktatörlerin zayıf halkların doğasını anlamalarının mümkün olmadığını söyledi. Medeniyeti ve düşünceleri dünyaya ilham veren, Aristo’nun felsefesini İtalya’ya taşıyan İbn Rüşd aracılığıyla Avrupa Rönesansının harekete geçmesine katkıdan bulunan İslam’dan ve Araplardan bahsetti. Her zaman içinde yaşadığını ve bir gün bile onu terk etmediğini söylediği Libya’yı ziyaret edememesinden duyduğu üzüntüyü dillendirdi.
Tarih, politika, felsefe ve sevginin iç içe girdiği akıcı konuşması beni kendine çekti. Yaşlı yaratıcı yazarın Araplar ve özellikle de Libya hakkındaki geniş bilgisinin boyutu beni şaşırttı. Bu bilgisinin kaynağını öğrenmek için kendisine birkaç soru sorduğumda, yaşlı romancı tam anlamıyla aşık yeteneğine döndü. Adeta uzun bir sözlü roman yazmaya başladı. Bana, ağabeyinin faşist dönemin başlangıcında askere alındığını ve Libya’ya gönderildiğini anlattı. Yazdığı mektupların ailesi ile arasında kopmayan bir bağ oluşturduğunu söyledi. Abisinin mektuplarında her şeyden özellikle de Libyalılardan, doğalarından, hayatın zorluklarına, açlığa, hastalıklara ve İtalyan işgalciler ile Libya direnişi arasında durmak bilmeyen savaşa rağmen basit yaşam tarzlarından bahsettiğini anlattı.
Annesinin ordunun postacısından mektubu teslim alır almaz öpüp kokladığını ardından da gözyaşlarına boğulduğunu, tüm aile fertlerinin mektubu dinlemek nasıl bir araya geldiğini söyledi. Anlattığına göre bir mektubunda abisi, Libyalı bir kıza aşık olduğunu yazmış. Uzun uzun onun güzelliğinden bahsetmiş. İnsanlığını, sevecenliğini, sıkıntılarına rağmen ailesinin cömertliğini ve doğallığını ayrıntılı bir biçimde anlatmış. Trablus şehri yakınlarında orduya ait bir hastaneyi korumakla görevli bir İtalyan asker. Tedavi olmak için hastaneye gelen Arap çiftçi ve çobanlar. Bazıları ev yapımı peynir, yağ, kek ve ekmek gibi hediyeler getiriyorlar. Bu günlerde, İtalyan genç askeri kalbini kaptırdığı bedevi bir Libyalı kız ile tanışıyor. Kendisi ile ancak Libyalı bir tercümanın yardımıyla konuşabiliyor. Alberto Moravia’nın ağabeyi olan bu asker bir mektubunda annesine aklını ele geçiren bu kızla evlenmek istediğini yazıyor. Annesi ayağa fırlıyor. Ağlayarak ve titreyerek, “Trablus’u işgal etmesi için gönderildi ama onun kalbi bir Arap kız tarafından işgal edildi” diyor.
Mektuplar kesintisiz devam ederken aklını başından alan sevgilisi hakkındaki sözleri her mektupta daha da alevleniyor. Günlerce ne yapacağını bilemeden ve gergin bir biçimde yaşayan anne en sonunda depresyona giriyor. Yaşlı romancı, çok katmanlı ses tonuyla,  kardeşlerinin yaşadığı şeyin savaşın etkilerini hafifleten bir aşk yolculuğundan ibaret olduğunu, bir gün Roma’ya döneceğini, savaşın baskılarından kurtulduktan sonra burada evleneceğini söyleyerek bütün ailenin nasıl annesini teselli etmeye çalıştığını anlattı. Ardından şunu ekledi: Biz çocuklar,  uzaktaki asker ve aşık ağabeyimizin, insanlık ve aşkla dolu mektuplarını sabırsızlıkla beklerdik. Ama aynı zamanda hepimiz Araplara yönelik gerçek duygularını öğrenmesi durumunda İtalyan askeri istihbaratının vereceği tepkiden de korkardık. Mektuplarından anlattığına göre ağabeyim kıza hediyeler alır ve diğer askerlerin gözünden uzakta bir yerde bekleyip genç kıza bu hediyeleri verirmiş.
Bir sabah evin kapısı güçlü bir şekilde vuruldu. Postacı bize her zamanki gibi mektubu teslim etti. Ama bu mektup başka birinden gelmişti. Ağabeyim ölmüştü. Evde çığlıklar yükseldi ve annem yere yığıldı. O, ağabeyimi tapacak kadar çok severdi. Yaşlı romancının yüzünü acı kapladı ve bana: “ Keşke Mussolini sevgiyi tanısaydı. Kalplerin silahlardan daha güçlü olduğunu bilseydi. Ama Arapların akıllarında yanan düşünce ve felsefe gibi içlerinde taşıdıkları sevgi yüklerini keşfedemedi. Arapların barbar kitleler olduklarına inandı. Onlara kendi faşist düşüncelerini dayatmak için kuvvetleri ile topraklarını işgal etti ve onları kontrol altına almak istedi” dedi.
Son cümleleri ise şunlar oldu: “Bu hediyeyi sadece bir nedenle kabul ediyorum. Ağabeyimin savaşa rağmen aşk dolu günler yaşadığı bir ülkeden geldiği için. Lütfen bu ödülü kabul ettiğimi açıklamayın. Çünkü ben Kaddafi ile hiçbir konuda aynı fikirde değilim. Ama Libyalı olan her şeyi seviyorum”. Alberto Moravia’yı daha sonra birçok kez ziyaret ettim. Çoğu zaman Gırnata ve Bağdat’tan bahsederdi. Trablus’tan ise her zaman.