Zuheyr el-Harisi
TT

Vatandaşlık ve başarısız devlet arasında Arap sistemi

Sömürgeciliğin sona ermesinden sonra bir dizi Arap ülkesinde o dönemde yurtsever olarak adlandırılan ve toprak, onur, özgürlük ve bağımsızlığa bağlılık ile ilgili etkili sloganlar kullanan rejimler kuruldu. Ancak çok geçmeden bu rejimler, bağımsızlıktan sonra siyasi boşluğu dolduramadıkları, mali ve idari olarak yozlaştıkları için halklarına karşı baskı ve korkutma politikaları uygulamaya başladılar. Kültürleri askeri kaynaklı olduğu için diktatörlük ve despotizmi pekiştirdiler. Bu dönemde bazı kültürel ve sosyal dönüşümlerin yaşandığı da doğrudur ama bunlar liberal açıdan çarpıklardı. Sonuçları daha çok ırkçılık, yolsuzluk, mezhepsel ayrımcılık ile lekelenmiş bir atmosfere yakındı.
Vatandaşlık değerinin bir yeri yoktu. Aksine çatışmaların, iç savaşların, fanatizm, geri kalmışlık, içe kapanma ve bilgisizliğe ait davranışın başlığı haline gelmişti. O dönemde kesinlikle sömürgecilikten kurtulmuşlardı ama farklı form ve biçimlerde ve daha ağır bir şekilde yeniden onun esiri oldular.
Aydınlanma Dönemi kavramlarının Fransa’dan Mısır ve Arap dünyasına taşınması doğaldı ama bu kavramlar siyasi alana yansımadı. O dönemde var olan siyasi rejimlerinin çoğunun söz konusu aşamanın ürettiği bu değerlere önem vermemesi, bu değerleri yaymak istediği büyük yalanının altında bazı Arapların da işbirliği ile Arap ülkelerini sömürgeleştirmesi ve zenginliklerini yağmalaması, halklarının onurunu küçük düşürmesi bunun kanıtıdır. Paradoks, söz konusu siyasi güçlerin, sembol ve seslerin sömürgeciliğe karşı vatandaşlık kartını kullanmalarıdır. Bu rejimler, bağımsızlığın gerçekleşmesinden sonra vatandaşlığa boş verdi. Hukuk devleti ve kurumlarını inşa etmeye çok önem vermedi. Bu yokluk, halkların onuru ve hakları hesabına rejimlerin despotizmini pekiştirdi. Birçok halk sıkıntılar çekti ve öyle zayıf ve bitkin düştü ki içine kapandı ve susmayı seçti. Bahsi geçen askeri rejimlerin Arap insanının aklını durdurmakta, aydınlanmasını önlemekte ve gelişimini dondurmakta gerçekten de başarılı olmaları, çok geçmeden parti, mezhep ve dini grupların esiri haline gelmesi, şuursuzca onların hizmetçisi olması bunun ispatıdır.
Tarihsel olarak gerileme durumu 1967 yılından sonra var olan Arap sisteminde çatlaklar görülmeye başlayana kadar devam etti. 20’inci yüzyılın ikinci yarısının büyük bölümünde bu sistem kademeli olarak çöktü, bölgesel sistem yıprandı ve bazı ülkelerde devrildi. Arap ülkelerinin yüzde 20’si acı deneyimler yaşadı. Sudan, Suriye, Libya, Irak ve Yemen gibi bazıları vatandaşlık projeleri olmadığı için başarısız devletler olarak tasnif edildi. Öte yandan, DEAŞ, Hizbullah ve Husiler gibi düzensiz güçler yükseldi. Bu, söz konusu ülkelerin kırılganlığını, ilişkilerini düzenleyen, çatışma ve krizlerini kontrol eden bir çerçeveden yoksunluğunu ayırt edici bir şekilde ortaya koydu.
Savaş, düşünsel ve partisel çekişmeler ışığında ayrılıkların yaşanması normal çünkü vatandaşlık düşüncesi tesis edilmedi. Arap toplumlarının modern toplumlara dönüşebilmeleri için krizlerinden kendilerini kurtarma kapasitesine sahip olmadıklarına dair o büyük soru hep soruldu. Gerçek şu ki, siyasi seçkinlerinin zayıflığından, siyasi ve kültürel farkındalık eksikliğinden, toplumsal kimliğe egemen olan ideolojik ve kabileci taassuptan, düzenli bir sosyal tabanının yokluğundan muzdarip oldukça bu mümkün değil. Düşünür Hisham Djait’in düşüncesine göre, bu dönüşümü kavramanın öncesinde mutlaka dini reform, endüstriyel ve teknik modernizasyon, düşünsel ve sosyal aydınlanma gibi ilerleme adımları için uygun koşullar yaratılması gerekir.
Devrimler, darbeler, dönüşümler, barışçıl seçimler ve seçim sandıkları oldu ama Arap sorunu hep krizler, çatışmalar ve anlaşmazlıklar olarak kaldı. Bu, yönetim sistemleri ve insanların beklentilerini yerine getirmekte hangisinin daha yararlı olduğuna ilişkin soru işaretlerine kapı aralıyor. Monarşi ile yönetilen rejimler, olaylarla başa çıkma, krizlerden çıkma ve zorlukların üstesinden gelme yeteneklerinin de gösterdiği gibi daha etkili ve halklarına yakın olduklarını kanıtladılar. Cumhuriyet ile yönetilen diğer rejimler ise başarısız oldular.
Sosyolog Halim Barakat, Arap toplumlarının doğasını tanımlarken yarısının “az gelişmiş ve bağımlı” olduğunu söylediğinde belki de haklı ve oldukça isabetliydi. Buna neden olarak da şunları gösterir: Kapitalist küresel sistem, yoksulluk, sınıflar arası farklılıkların artması, bağımlılık açısından çok çeşitlilik, kabileci, mezhepçi, ırkçı, bölgesel ve yerel taassup, otoriter devletin zulmü. Barakat, Arap toplumunun doğasının “geleneksel olarak ataerkil ve çeşitli düzeylerde despot eğilimli” olduğuna işaret eder. Diğer yarısının ise “Aşamalı, geçişli, modernite ve miras arasında gidip gelen” ama kültürel yönü ile “tabuları ve baskıları olsa da doğal ve dışa vurumcu” olduğunu düşünür. Arap toplumunda sosyal ilişkiler kişisel özelliktedir ve grup anlayışı bireysellik üzerinde hakimdir.
Başarısızlıklarının sorumlusu Arapların kendisidir. Komplo hikayesi ve başkalarına suç atmak artık rağbet görmüyor. Arap dünyasında siyasi ve ekonomik reform sürecinin başlaması bir çözümdür. Bir lüks değil, gerekliliktir. Çünkü mevcut siyasi kalıpların birçoğu şu anki aşama ile artık uyumlu değildir. Özellikle de durumu daha zor ve karmaşık hale getiren korona krizinden önce dünyanın bir geçiş döneminde olduğu göz önüne alındığında.
Nesnel eleştiri ile kırbaçlamak arasında fark vardır. Bağımsızlık ve küresel alanda rekabet için tüm sömürgecilik formlarından ve başarısız devlet özelliklerinden kurtulmak; Arapların ancak, siyasi gerçeklere ve özgür düşünceye güvenerek durumlarını eleştirel bir biçimde gözden geçirmeleri ve reform sürecini üstlenecek bir siyasi irade göstermeleri ile mümkündür.